ZAĞRA MÜFTÜSÜ ’NÜN HATIRALARI: TARİHÇE-İ VAK’A-İ ZAĞRA

ZAĞRA MÜFTÜSÜ ’NÜN HATIRALARI: TARİHÇE-İ VAK’A-İ ZAĞRA

Kadir İriş

Araştırmacı – Yazar

 

  1. Viyana Kuşatması ve bozgunundan sonra batıya giden şanlı ordularımız, genellikle yaslı dönmeye başladılar. Bu durum devletin toprak kaybıyla beraber Müslüman halkın da zulme uğramasına, halifenin gölgesinden uzak, gayrimüslim yönetimler altında çile çekmesine sebep oldu.

 

Yaşanan göçler ve bu esnada meydana gelen olaylar halkın muhayyilesinde unutulmaz yaralar açar. Şifahi bir toplum olmamızla beraber bu süreçte cereyan eden hadiseler gerek mevzi gerekse daha geniş bölgeyi ihata edecek şekilde kayda geçmiştir.

 

1877-1878 (93 Harbi) Osmanlı – Rus Savaşı’nın doğu cephesini konu alan kaynakların ilki Arif Bey’in Başımıza Gelenler isimli kitabıdır. Batı Cephesinde ise (Plevne Savaşları ve Rusların Bulgaristan’ı İşgali) Tarihçe-i Vak’a-i Zağra en önemli kaynak kitaptır.

 

Eski Zağra Müftüsü Hüseyin Raci Efendi, Osmanlı Rumeli’sinin Burgaz Sancağına bağlı Karinabat Kasabası Molla Şeyh köyünde dünyaya geldi. 1902 yılında İstanbul’da vefat etti. İlk tahsilini memleketinde yapan Raci Efendi, eğitimini İstanbul Medresesi’nde tamamladı. Rumeli’nin çeşitli okullarında görev yaptıktan sonra Eski Zağra’ya yerleşti. 1877-1878 Osmanlı – Rus Harbinin ilk safhasında Rus ve Bulgarların işgal ve zulümlerine maruz kalan Eski Zağra halkı ile birlikte İstanbul’a göçtü. Berlin Anlaşmasından sonra tekrar Eski Zağra’ya dönen Raci Efendi, ağır baskı ve taciz altında olan Müslümanlara liderlik yaptı.

 

Yakın dönem tarihine ve Balkanlar’daki yaşanan acılara bizzat tanıklık etmiş Eski Zağra Müftüsü Hüseyin Raci Efendi’nin hatıratı bir giriş ve üç bölümden oluşur.

 

Giriş bölümünden sonra Birinci Kısım Tarihçe-i Vak’a-ı Zağra, İkinci Kısım Hercümerc-i Kıt’a-i Rumeli Üçüncü Kısım ise Hicretname’dir.

 

Eserde 93 Harbi hakkında geniş bilgilere ve alınan yenilgi sonrası Rus kuvvetlerinin Balkanlar’daki Müslüman Türkleri göçe zorlamasına yer verilmiştir. Yaşanan olayları tarihleri ile kayda geçen Raci Efendi’nin bu eseri, 93 Harbi yılları esnasında ve sonrasında Balkanlarda yaşayan Müslüman Türk halkının yaşadıkları zorlukların, zulümlerin ve çektikleri acıların ete kemiğe bürünmüş halidir. Yaşanan acıların bizlere ve gelecek kuşaklara aktarılmasını sağlayan hacimli bir mektuptur. Raci Efendi bu eseri ile Zağra’dan İstanbul’a yaşanan hicretin ve bu hicrette yaşananların bilinmesine katkı sağlamıştır. Tarihsel bir belge niteliğinde olan eser idari ve askeri alanda yapılan hataların nelere sebebiyet verdiğini açıkça gösterir. Ayrıca Balkanlarda zor durumda kalan Müslüman Türk halkına kimin dost kimin düşman olduğu da geniş olarak anlatılmıştır.

 

Tarihin silinmez sayfalarına düşülen bu hazin veda, maruz kalınan zoraki hicret, Müslüman Balkan Türklerinin dünden başlayan ve bugün de devam eden zorluklarla dolu hayat mücadelesinin en açık belgelerindendir.

 

Kitabın Değişik Kesimlerinden Çarpıcı Bölümler

“Mahallede İnsan bırakmadılar”

Az sonra Debbahane Mahallesinden ve hapishane arkadaşlarımızdan Debbah Hacı Hafız Efendinin Oğlu Hafız Mustafa Efendi geldi. Üstünü yırtarak ve kendini yerden yere atarak:

Komşular, bizim mahallede sağ ve salim insan bırakmadılar. Hepsini sıradan vurup öldürüyorlar. İnsaf ediniz, bu insanlara biraz acıyıp, bu zalimlerden kurtarınız! diye feryadı kopardı.

Biçare Genç Kadın, eşraf haremi, muhadderattan olduğundan büyük bir hicap içinde, gömgök tere batmış, mosmor kesilmiş, yer yarılsa yere geçecek bir haldeydi.

 

“Göç Edenlerin Perişanlığı”

Eyyam-ı Bahur’un şiddetli sıcağı yolların tozu, duyun azlığı yolculuğun garipliği ve üzüntüsü o derece idi ki, çekilen mihnet ve meşakkati anlatabilmek imkân haricidir.

 

A’la faytonlarda bile incinen sümbülî havada bile şemsiyesiz gezemeyen, gölge arayan nazenin hanımlar, beyler, toz toprak içinde, kızıl güneşte yürür, gezer, omuzlarında yük çeker, öküz koşup araba yederler idi! Çünkü servet ü samanı kadr ü itibarı cümleten mahvu zail olmuş; eski hizmetkârlar dağılıp, efendilerini tek başlarına bırakmışlardı.

 

Birkaç yüz seneden beri ecdattan hanedan olan yalnız mutfak takımını kırk elli araba kaldırabilen Emin Paşa ve emsali belde eşrafı, bir çekmece ile en çok araba eşya alabildiler. Bütün emlak ve servetleri mahvoldu.

 

İhtiyarların hasta ve sakatların sürüne sürüne gitmeleri; ailesini kaybedenlerin yol üzerinde şaşkın şaşkın ağlamaları, gönülleri dilhûn ediyordu.

 

Arabacı köyünden, yetmiş yaşında sakat bir kadıncığın:

– Ali! Oğlum Ali! Bre Ali! diye haykırması canhıraş feryadı, perişan hali, hala kulağımda ve gözümün önündedir.

 

“İleri Gelenlerde Bozuldu”

Bir şehri helak etmek istediğimiz zaman, ileri gelenlerine emir veririz, ama onlar yoldan çıkarlar. Artık o şehir yok olmayı hak eder. Biz de onu yerle bir ederiz.

 

Eşraf ve ileri gelenler beyhude yere menfaat kavgaları ve münakaşalarla itibar ve iktidarlarını tükettiler; halk arasında nüfuz ve haysiyetleri kalmadı.  Şarlatanlar, hak söyleyenlere galebe etti. Halk baştan çıktı. Her sınıfın nizamı bozuldu. Kanaat azaldı, hırs ve tamah çoğaldı.

 

Bir millet kendini bozmadıkça, Allah onların durumunu değiştirmez.

 

Bu sebeplerden naşi nihayet, bu büyük felakete uğranıldı. Memleketlerimiz harap ve nice masum ve bigünah zulüm ateşinde kebap oldu.

 

“Askerde İtaat ve Ahlak Zayıfladı”

Maddi bakımlardan görülen şu farktan başka askeri bağlılık, itaat ve emir kumanda bakımından da her iki muharebe arasında büyük fark vardır.

 

O vakit başkumandan olan Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa’nın işine ve aldığı kararlara, Serasker Rıza Paşa ve diğerleri tarafından müdahale edilmek istenildiği halde, Ömer Paşa, hakan-ı mağfur Abdülmecid Han hazretlerinin itimat ve himayesine mazhar olmuş ve müdahale teşebbüsleri her taraftan kesilmiş idi.

 

Yüzbaşı ve mülazım yanında bir binbaşı, şimdiki müşirler kadar nüfus ve haysiyeti haiz idi. Askeri itaat, tam istenildiği şekilde mevcut olup, emir ve yasaklara hakkıyla uyulurdu.

 

Sonraları bu askeri itaat kalkarak, müşirin maiyetindeki zabitlerden herhangi birisi, istediği gibi, yıldız ile haberleşir, yalan yanlış haberler vermeye kadar çıkışır oldu.

 

Bir Rus zabiti, efraddan birinin firarını gördüğü zaman, o neferi tabanca ile öldürmeye izinlidir. Bizde ise davete icabet etmeyen veya silahını alıp kaçan erler bile defalarca, mecburi askerlik hizmetinden dahi affolundu!

 

“Kızılca Kıyamet Koptu”

Beride ise ahalinin çoğu zafer neşesiyle akılları zıvanadan çıkmış halde idiler. Evlerine sığmayarak, her biri bir tarafa dağılmışlardı.

 

Ganimet malı zannederek, Bulgarların terk ettikleri malları, hatta birbirinin malını, günah ve veballeri gibi yük yük evlerine taşımaya koyulmuş idiler. Takva ehli sayılan ve ulemadan geçinen ademcikler bile bu gaflete düşmüşlerdi.

 

Öyle bir hicret belası, hayallerinden bile geçmiyordu.

 

Hiç umulmazken:

– İki saate kadar kasaba boşaltılacak, ahali hicret edecek, Kumandan Paşa böyle emretmişti! şeklinde yalan bir söylenti yayılınca, herkes en korkunç vehimlere kapıldı. Kasaba içinde kızılca kıyamet koptu.

 

Allah, Allah! Aman yarabbi! Kimi evlad-ü iyalini, kimi peder ü maderini arar; kimi öküz, araba tedarikine koşar; kimi bayılır, kimi ayılır…

 

Dul kadıncıklar bir taraftan:

– Şimdi ben kimsesiz ne yapacağım? Eyvah!” diye yolum yolum yolunurdu. Bu hali öğrenince evime koştum.

 

“Tüfekler Başka, Fişekler Başka”

Garip şey ki, ahali o gün miri silahlarla donatılarak yirmişer deste fişek verilmişti. Hâlbuki ekserisine fişekler uymayıp, kapsül ise ancak beşer altışar tane verilebildi. Daha fazlasını teminde mümkün olmadı. Çırpan yahut Edirne’den getirtmek de şaşkınlıkla kimsenin aklına gelmedi. Bunlar hep acizlik eserleridir.

 

Bu silahlar, Edirne’den Kızanlık ahalisi için gönderilmişti. Fakat yollarda emniyet kalmadığından, daha doğrusu bir iş bilir memur bulunmadığından, bir takımı Yeni Zağra’da kalmıştı. Bunların bir kısmı eski şeşhanelerden, bir kısmı da kapsüllü tüfeklerden olduğundan kapsül ve fişek uymaması tabii olup, sevk memurlarının beceriksizliği idi.

 

“Milli Ahlak Alçaldı, Tembellik Dinsizlik Arttı”

Kırım muharebesinden beri milli ahlakımız fevkalade alçaldı, ilhad (dinsizlik) ve sefahat (kumar, içki, fuhuş) arttı. Her sınıf ahali tenperver (tembel, kaygısız) oldu, nefsani hazlara ve dünyevi lezzetlere meyl etti, aldandı ve tehlikeye düştü.

 

Şer’-i Şerif’e riayet (dindarlık) adeta kabahat sayılıyordu. Dizi vazifelerini ifa edenler, garaz ve ivazsız iş görenler (insanlara, karşılıksız yardıma koşanlar), doğru söyleyenler, ayıplanıp kötü görülüyordu. Dini salabet sahibi, vera’ sahibi, (İlahi emirlere uymaya çalışan) temiz kimseler, tekdir olunurdu.

 

Dindarlık ve milliyetin, devletin kuvveti; doğruluk ve sadakatin, bereket ve saadet sebebi olduğu unutuldu. Allah korkusunun her güzelliğin esası olduğu gönüllerden silindi.

 

Şer’i cezalar icra olunmayıp, herkes kendi keyfine bırakıldı. Fısk-u fücur, aleni ve mübah gibi işlenir oldu. Ar ve namus sözü manasız görüldü.

 

“Göçten Geri Döndürülenler Mahvoldu”

Müslüman ahali araba ve hayvan tedarik ederek, iyice eşyalarını alıp, muntazam bir şekilde yola çıkmışlardı. Bir haylide menzil almışlar iken, Rauf Paşa’nın mütareke olduğunu bildiren telgraf üzerine zaptiyelerle yoldan çevrildiler.

 

Ahalide memnun ve müteşekkir geri döndü. Eşyalarını hanelerine indirip arabalarını köylere yolladılar.

 

Dokuz saat sonra “Ahaliyi şimdi hicret ettirin. Mala eşyaya bakacak gün değildir.” diyen ve yıldırım gibi birbirini takip eden dehşetli telgraflar alındı.

Gece yarısı kapı kapı gezilerek, ahali yataklarında kaldırıldı.

Çoğunun giyinmeye ve kıymetli eşyalarını almaya elleri varmayıp, feryad-ü figan ederek yollara, kar, buz, çamur ve bataklara dalarak kırlara düştüler!..

Şıpka ordusunun bozgun firari askerleri de Çırpan ve Zağra ahalisine yetişip:

– Aman din kardaşlar! Acele ediniz! Düşman geliyor!” Velvelesiyle, zavallıları bir kat daha korkutup, dehşete düşürdüler. Biçare aciz kadınlar, koltuğundan bohçalarını ve bohça zannıyla kucaklarından kundaktaki masumlarını karlar üzerine attılar.

Sekban şimendüfer köprüsünden geçilirken:

– Kosaklar yetişti! Feryadı kopunca, bir iki yaşlarında ve karlar üzerine bırakılmış olan masumcukları “Moskof pençesine düşmesinler” diye, geriden gelenler Meriç’e atmışlar!..

 

İşte bu faciaları, o kırılası ellerin yazdığı menhus telgraf name oynadı. “Hasbunallahu ve ni’mel vekil.”

 

“Küçük Çocuklar Karlar Üzerine Terk Olundu”

Ahali zaten ürkmüş ve tetik üzerinde bulunur olduğundan, düşmanın İsve ve Hamidli geçitlerinden tecavüz ettiği gün, araba ve hayvan bile, bunları bulamayanlar ise yayanca Zağra ve Çırpan üstünden kaçmaya başladılar. Muavine askerleri bile dağıldı.

 

Bu muavine firarileri, Çırpan ve Eski Zağra ahalisi ile İzladi ve Karlova taraflarından yollara dökülen binlerce muhacirlere, bir kat daha dehşet verdiler.

 

Kabacık ve Sekbanlı istasyonlarına mahşer meydanı gibi toplanmış ve karlar üstünde şimendifer bekleyen biçare ahali bu korkuyla karadan Edirne’ ye ve Kırcaali dağlarına yürüdüler.

 

Yollarda ve istasyonlarda terk olunan kıymetli eşyaların, heybe ve terkisi üstünde ve gemi ağzında at ve hayvanların, had ve hesabı yoktu.

 

Evladını taşıyamayanların “Araba getirip sizi alacağız” diye aldatıp bıraktıkları masumlar, karlar üstünde bekleşe kalmışlardı.

 

Herkes canı derdine düştüğünden, geriden gelip bu faciayı görenler de bir ah-ı teessüfle yanlarından geçer giderlerdi.

 

Aslında Hüseyin Raci Efendi bütün bu olayları yaşanan dram ve çileyi şu iki dörtlükle eserinin giriş kısmında ve Hicretname’nin girişinde özetlemiştir:

Aziz-i kavm idik a’dâ, Zelîl kıldı bize,

Esir-i Bent-i bela vü, sefil kıldı bizi;

Bi-gayri hakkın atıp hapse, bir nice eyyam,

Mudik-i Ye’s ü sitemde alil kıldı bizi.

 

İnsanların arasında şerefli, izzetli kimseler idik; Düşmanlar bizi belalara uğrattı, sefil perişan edip aşağıladı. Haksız yere günlerce hapsetti; hakaretler altında, ölüm korkusu ile bizleri hasta etti, sakat bıraktı.

Vatan vatan diye düştük diyâr-ı gurbete biz,

Ne yâr-ı sadık u, ne gamgüsâr-ı mûnis var,

Miyân-ı ailede olmalıdır garîb garîb

Diyâr-ı ecnebi zira vatan, ne câ-yı karar.

 

Ah yerimiz yurdumuz vatanımız diye diye; evimizden ayrılıp gurbetlere düştük. Buralarda ne tanıdığımız ne bir dert ortağımız ne de bir dostumuz var. Ailecek melül, mahzun ve perişan olduk. Zira yabancı diyarlar insanın karar kılıp huzur bulacağı yerler değildir.

 

Bugün çok az sayıda Müslümanın yaşadığı Eski Zağra’da Osmanlı’dan geriye müze olarak kullanılan ve kilise yapılmak istenen Hamza Bey Camii ile 17. Yüzyılda yapılan ve kaderine terk edilen Hacı Mehmet Ağa Çifte Hamamı ve Çeşmesi ayakta durmaktadır.

 

Şehir merkezinde küçük bir mescit mevcuttur. Cuma namazına ise 60 km kuzeydeki Kızanlık Kasabasındaki İskender Bey Camii’ne gidilmektedir.

 

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*