MASUM GENÇLİK

Bir gençlik, bir gençlik, bir gençlik…

“Zaman bendedir ve mekan bana emanettir!” şuurunda bir gençlik..

Acaba üstadın özlediği o gençliği torunlarımız mı görecek, yoksa biz onları yirmi yıl öncesinde tarihe mi gömdük?

28 Şubat’larda yerlere kadar mantoları, omuzlarından aşağıya süzülen başörtüleriyle okul önlerinde mağdur edilen, hakları ayaklar altında çiğnendiği için pankartlar açan, mitingler düzenleyen o masum kızlarımızın kızları şimdi nerede?

Eğer o devir geç gelip tez bitmişse, bu kadar hızlı bir değişim nasıl gerçekleşti?

O zihniyet şimdilerde yerini; sorumluluktan uzak, gününü gün eden, manevi değerlerinden kopuk, yabancı kültürlerin etkisi altında kalmış bir gençlik mi? Daha lüks yaşam sevdasına kenetlenmiş, kendi benliğini, öz değerlerini unutmaya yüz tutmuş, büyüklerini hor gören, hedefi sadece para olan bir nesli kim, kimler büyüttü?

Deizm hastalığından kendini korumuş olsa dahi, Batı hayranlığının içine boğazına kadar batmış bir nesil. Dış görünüşü Müslüman, kafa yapısı Avrupalı.

Onlar bizim can ciğerlerimiz! Biz yetiştirdik onları! Her şeyin en iyisini, en güzelini layık gördük onlara. Özel okullara gönderdik, özel insanlar olsunlar diye. Çırpındık, çırpındık, bizim yapamadıklarımızı yapsınlar diye. Bizden daha yükseklere tırmansınlar istedik. Ellerini soğuk suya sokmadık. Şimdi bir bardak suya sözümüz geçmiyor değil mi?

Yoksa madde planında onlar için imkânlarımızı sonuna kadar seferber ederken, mana âlemlerini işleyemedik mi? Boş mu bıraktık başkaları doldursun diye…

Konu o kadar derin, o kadar geniş kapsamlı ki, neresinden ele alsak?

Dini hassasiyet taşıyan insanların bile alanlarında pasif kalmaları bir yana, yangına körükle gidiyor olduklarını gözlemliyoruz. Çevremdeki nice güvendiğim dağlara kar yağdı, umursamazlık ve ‘bana ne’cilik’ bize hep acı verdi. Ne yazık ki, daha çok kazanma hırsı her sektöre sıçramış durumda, sonsuz mutluluğu vaat eden ahiret inancı körelmiş, paslanmış.

Bir gün Kur’an Kursuma mini etekle gelen on yaşındaki öğrencime yumuşak bir dille:

“Güzel kızım, neden buraya bu kadar kısa bir kıyafetle geldin? Hadi beni geçelim, burada Allah’ın sözlerini okuyoruz, O bizi çağırdığı için huzuruna çıkıp onunla konuşuyoruz. Melekler bu yaptıklarımızdan çok hoşlanır, burasını doldurmuşlardır şimdi. Nasıl rahatsız olabileceklerini düşünebiliyor musun?” dedim.

Kızcağızın gül yanakları hafifçe kızardı. Gözleri yere indi, başı eğilir gibi oldu. Sonra kumral, kıvır kıvır, sırtını dolduran, beline doğru uzanan güzel, gür saçlarını elleriyle arkasına itti. Yarı öfkeli yarı mahcup bir şekilde başını kaldırdı ve bal rengi gözlerini benim gözlerime çiviledi, içini boşaltmaya başladı:

“Tamam, hocam haklısınız, hem de yerden göğe kadar. Ama söyleyin bana ne olur! Mağazalarda dizden aşağı boyda etek var mı ki alalım? Yemin ederim, annemle beraber Keşan’da bile o kadar çok aradık. Bulamadık! Hadi burası Yunanistan ama Türkiye’de nasıl bulunmaz hocam? İnanın girmediğimiz mağaza kalmadı. Söyleyin bana şimdi, benim suçum mu? Zaten etekten ziyade de kısacık şortlar var. Mecbur kalıyoruz kısa almaya. Siz o giyim firmalarına söyleyin hocam, bana kızmayın…

Mahcup olma sırası bana gelmişti. Haklısın desem, afacan bundan sonraki günlerde renk renk, desen desen münasebetsiz kıyafetleriyle gözlerimi tırmalaya devam edecek. Şükürler olsun ki, Rabbim yetişti imdadıma, aklıma getirdi:

“Diktirebilirsiniz yavrum…” dedim.

“Hocam bu devirde ustaların huylarını bilmez gibi konuşuyorsunuz, annem geçen sene terzinin birine kumaş götürdü bana namaz elbisesi dikmesi için. Maaşallah, ne terziymiş, hala dikmedi!”

“Tamam, söyle annene, ondan kumaşı alsın, bana getirsin. Ben dikeceğim.”

“Aaa hocam siz terzilikte mi biliyorsunuz?”

“Biliyorum ya, bilmesem de öğreneceğim…”

Tesettür firmaları, orta yaşlı bayanlara bile nasıl daha dar, daha süslü dış giysiler imal edeceklerini düşünürken, normal giyimlerde bu sorunların yaşanmasını kabul ettik diyelim.

Acaba firmalar ihtiyaca mı cevap veriyor? Bizim ne inancımızla ne kültürümüzle zerre kadar uyuşmayan ihtiyaçlar nasıl doğmuş olabilir? İşte burada öyle bir kanayan yara var ki, sanki onun merhemi hiç icad edilmeyecek, dermansız bir iç yarası gibi…

Salonlarımızın başköşesini işgal eden o sihirli zihin sömürgeleri, gençlerimizin beyinlerini daha bebekliklerinde kemirmeye başladı. Gerçekleri düşünmeye, doğru yollarda yürümeye, mukaddes davayı omuzlanmaya ne zeminleri oluştu, ne de zamanları kaldı. Henüz tertemiz bir bellekleri varken, minicik masum bir varlıkken tv’nin karşısına oturtulanlar Amerikan yapımı çocuk filmlerini nefes gibi çektiler içlerine. Onların çocuk karakterlerini canlandıran film kahramanlarını benimsediler, onları kendileriyle özdeşleştirdiler.

Anaokuluna başlama çağı gelince annenin çanta mağazasına götürdüğü küçük çocuk, üzerinde en çok sevdiği çocuk dizisi kahramanının resmi bulunan çantayı beğendi. Buna benzer olaylar ilkokul çağında defterlerinde tişörtlerinde vs, daha fazla kullanım alanlarında ortaya çıktı.

Her alanda yozlaşma yıldırım hızıyla ilerlerken, bu gidişatın önünü alacak sesler çok cılız kalıyor, hatta hiç çıkmıyor. Sözde dindar geçinen, sonsuz âlemde cennet hayali kuran aileler bile evlatlarına karşı öyle tavizler veriyor ki, insanın uykuları kaçıyor. Güneşi ceketinin astarında kaybetmiş marka Müslümanları o kadar çoğaldı ki, akıllara durgunluk veriyor.

Çevremdeki sayısız örnek bana; annelerin, çocuklarına değil güzel örnek olmak, tam aksine; “Ben yaşayamadım, o yaşasın” şuuruyla hareket ettiğini gösteriyor. Gönüllerinin meyvelerini nasıl ateşlere attıklarını, onları iki cihanda da nasıl mutsuz ettiklerini, kötü alışkanlıklara doğru meylettiklerini gördüklerinde nasıl göz yumduklarını, özgürlük adı altında nasıl sınır tanımadıklarını içim kan ağlayarak izliyorum. Beni derinden yaralayan bir olayı daha geçtiğimiz yılbaşında yaşadım.

Küçük kızım (on dört yaşında) o akşam bir arkadaşına gitmişti. Gece 22.00 ye kadar kalması için izin vermiştik. Daha saat 21.00 olmamıştı ki bizi arayarak eve gelmek istediğini söyledi. Gidip aldım. Arabada gelirken ağzını bıçak açmadı. Eve geldik. Daha içeriye adım atar atmaz boynuma atıldı hüngür hüngür ağlamaya başladı. ‘Ne var, ne oldu evladım?’ sorularım hep askıda kaldı. Sonra koltuğa attı kendini. Hıçkırıklara boğuldu bir müddet. Merakımdan çıldıracağım! Tekrar sarıldı bana, dakikalarca kollarımı gevşetemedim. İçini çekiyordu. Neden sonra anlatmaya başladı:

“Arkadaşlarımı kaybediyorum anneciğim… Onlar için çok endişeliyim. Hepsini çok seviyorum, ama anneleri… İyi ki sen onların anneleri gibi değilsin. İyi ki benim annem sensin… “Tekrar başladı. Sicim gibi gözyaşları… Üzerine de gidemiyorum. Sabırla bekliyorum ağzındaki baklayı çıkarmasını. Nihayet ağlamaklı sesiyle boğuk boğuk konuşmaya başladı:

“İnanamıyorum” dedi. “ Bir annenin bunları nasıl söylediğine gerçekten inanamıyorum. Biz Tuğba’nın odasında oturuyorduk, kardeşi Kübra da oradaydı. Hilal teyze geldi ve gayet neşeli ve heyecanlı bir şekilde, ‘Kızlar, parti kıyafetleriniz hazır mı?’ dedi. Ben şok oldum. Bu da nereden çıkmıştı! Tuğba durumu izah etti. Meğer bizim sınıftaki bütün kızlar, hatta Tuğba’dan iki yaş küçük olan kardeşi Kübra bile Cafedeki partiye gideceklermiş, hem de erkek arkadaşlarıyla beraber. Saat 22.00’den sonra başlayacakmış, sabahlara kadar eğleneceklermiş. Ve asıl şaşılacak şey anneleri onlardan daha sevinçli. Üstelik o kadar hevesli ki bir an önce hazırlanmalarını istiyor…”

Benim ağzımı açmaya meydan kalmadan tekrar hıçkırmaya başladı:

“Yazık değil mi arkadaşlarıma anne! Yunanlı gençlerin fıkır fıkır kaynadığı bir Cafede hepsi bir arada… Hem orası geceleri sadece Cafe değil, daha da ötesi. Çok, çok acıyorum arkadaşıma. Onun annesi nasıl bir anne, üstelik namazında niyazında.”

Sözün bittiği yerdeydim. On iki ve on dört yaşındaki kız çocukları gece 22.00’den sonra, hem de annelerinin elleriyle allanıp pullanarak gönderiliyor!

Ben artık geleceği düşünmekten korkuyorum, korkutuluyorum. Yirmi yıl sonrası ne Batı Trakya’yı ne de Türkiye’yi düşünemiyorum. Geleceğe ait beklentilerim o kadar azaldı ki, hayal kuramıyorum.

Ne kadar yanlış ve İslam anlayışına ters gelen bir yaşantı tarzı varsa, insanların gözüne doğru ve normal olarak yansıtılıyor. Hayatlara nasıl geçtiği bile anlaşılmıyor. Usul usul birileri Müslümanların üzerine ağlarını öyle bir örüyor ki, şaşılacak derecede sinsice.

Yeni nesil manevi anlamda yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Onlara nasıl ve ne şekilde yardım edebileceğimizi de kestiremiyoruz. Dua etmekten başka bir şey elimizden gelmiyor.

Bazen öyle şeyler yaşıyorum ki, gözlerimle şahit olduğuma kulaklarımla duyduğuma inanamıyorum. Beni hayretten hayrete düşüren, ‘Bu kadarı da olamaz’ dedirten bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum.

Geçtiğimiz yaz, eşimin uzun yıllardır görmediği, hasretle andığı akrabalarının çocuklarının Ege Adaları’na tatile geldiğini duyduk.

Anne babaları mübadele yıllarında çok küçük yaşlarda İstanbul’a göç etmişler, bir daha da memleketlerine gelememişlerdi. Çocukları vatan hikâyelerini büyüklerinden çok dinlemiş, Batı Trakya’yı ve Yunanistan’ı hep merak etmiş ve nihayet onlara bu topraklara gelmek nasip olmuştu. Sağ olsunlar telefonla bizim de hatırımızı sordular. Eşimin akrabalık damarları kabardı. Mutlaka kendilerini görmek istiyor, en iyi şekilde ağırlamayı düşünüyordu. Benim de konuk severliğim üzerimdeydi. Onları evimizde ağırlamaktan mutlu olacaktım. Hemen telefona sarıldık, son derece samimi hislerle kendilerini davet ettik. Fakat nazik bir dille başka bir aile ile daha birlikte olduklarını, ev ziyareti için pek uygun olmadıklarını belirttiler. Yaşadığımız ülkenin restorantları bizim gibi ailelerin hayat felsefesiyle hiç uyuşmasa da şartları zorlayacaktık. Sonunda Dedeağaç’a bağlı bir sahil köyünün gözde restorantlarından birinde yer ayırttık.

Eşim ve kızım Berranur’la beraber yola çıktık. Heyecanlıydık. Onları bekletmemek için İkindi Ezanı’ndan önce evden çıkmış, namazlarımızı sahilde zeytin ağaçlarının altında kılmıştık. Köye girdiğimizde daha da arttı heyecanımız, nasıl insanlarla karşılaşacağımızı çok merak ediyorduk.

Restorantın önüne geldiğimizde İstanbul plakalı son model cipleri görünce bizden önce geldiklerini anlamış, biraz da gerilmiştik.

Fakat hiç belli etmedik, gayet sıcak ve sevecen bir şekilde garsonların işaret ettiği masaya doğru yürüdük. İki aile, aynı yaştaki delikanlı oğullarıyla beraber bizi bekliyorlardı. Akrabamız olan Ajda Hanım ve eşi Tolga beyle diğer hanım ve eşi ayağa kalkmışlar bize saygı dolu gözlerle bakıyor, görüşmemizden duydukları memnuniyeti belli ediyorlardı. Yeni insanlarla tanışmayı hayatıma giren canlı renkler olarak algıladığım için ben de sevinçliydim.

Hanımlarla kırk yıllık dostlar gibi sarıldık birbirimize. Kalplerimiz karşılıklı olarak sevgiyle çarpıyordu. Tek fark dış görünüşlerimizdeydi. Hanımlar, bronzlaşmış tenleri, makyajlı yüzleri, Yunanlılara taş çıkartan yazlık kıyafetleriyle oldukça özgür bir giyim tarzı içindeydiler. İnsanı insan olarak gördüğüm ve kimsenin içinde neler taşıdığını bilemediğim için ön yargılı davranma sorunu taşımıyordum.

Eşim erkeklerin, kızımla ben de bayanların karşısına oturduk. Sohbetimiz; eskilerden, aile büyüklerinden, Rumeli tarihinden derken bir hayli koyulmuştu. Fakat delikanlılarla bir türlü iletişime geçemiyordum. “Hoş geldiniz” dediğimde cevap vermemişlerdi. Göz kontağı kurmaktan da kaçınıyorlardı. On altı yaşlarına girmişler iki metreye yakın boy atmışlardı. Düzgün fiziklerine, gelişmiş kaslarına bakılırsa sporda epey mesai yapmışlardı. Akrabamız olan delikanlı Rüzgar, diğeri ise Savaş isimlerini taşıyordu.

Biraz sonra garson kızlar sipariş almak için geldiklerinde ikisi de huysuzlandılar. Menüde sıralanan çeşitleri beğenmiyorlar, yemek yemek istemiyorlardı. Çok şaşırmıştım. Burası lezzetli ızgara çeşitleriyle ün salmış, lüks bir yerdi. Buradaki yemekleri beğenmeyenin hasta olması gerekirdi. Anneleri devreye girince hatır için bir şeyler ısmarladılar.

Ev sahibi psikolojisi içinde oğlanlarla ilgilenmek için zorluyordum kendimi. Hangi okullarda okuduklarını, Lisans çağlarında ne yapmayı düşündüklerini falan sordum. Hayret ki ne hayret! Yine ağızlarından laf alamadım. Benimle konuşmaya tenezzül etmeyecek kadar saygısız olabilirler miydi? Aklım almıyordu. Yeni geldiğimizde nezaket icabı hallerini hatırlarını sorduğumda da yüzüme bakmamışlar lafa karıştırmışlardı. Ajda ve Figen hanımlar yine araya girerek açıklama yapmak zorunda hissettiler kendilerini. Çocukların ikisi de aynı özel okuldaydı ve ana okul çağlarından beri de sürekli kolejlerde eğitim görmüşlerdi. Rüzgar’ın yetenekleri konusunda henüz bir bulguya ulaşılmamıştı. Fakat spora meraklanması için babası onu sırf bir basketbol maçı izlemek için Amerika’ya götürmüştü. Rüzgar’ın sevdiği takımın önümüzdeki aylarda Amerika’da yine maçı vardı ve Rüzgar yine gidecekti!!!

Berranur’la ikimiz gayri ihtiyari birbirimize baktık. Kulaklarımız yanlış duymuş olamazdı.

Siparişler gelmişti. Rüzgar, tabağını görünce kıvranmaya başladı oturduğu yerde. Yemeğini almak istemedi. Annesine bakarak:

“Dinozor pirzolası bu!” diyerek bağırdı. Annesi yemesi için binbir ricada bulununca homurdanarak tabağı aldı. Yüzünü ekşitti. Yanında oturan Savaş’a bir şeyler söyledi. Savaş’ın tabağı geldiğinde de aynı durumlar yaşandı. Porsiyonun büyüklüğünden şikayet etti. Annesine karşı kırıcıydı, beş yaşında bir çocuk gibi mızmızlandı. Yemek esnasında da tabağındaki köfteleri birer ikişer annesinin tabağına taşıdı.

İlerleyen saatlerde çocuklarla konuşmayı tekrar denedim ama bir sonuç alamadım. Tuhaf tuhaf hareketler yapıyor, özürlü çocuklar gibi sırıtıyor, bana cevap vermek yerine birbirleriyle konuşuyorlardı.

En son şansımı masaya yüklüce bir yemek bedeli bırakıp onları yolcu ederken denedim. Rüzgar ve Savaş cipin arka koltuğuna yan yana kurulmuşlardı. İçimden gelmediği halde kendimi zorlayarak:

“Rüzgar! Savaş! Tekrar bekleriz. Çok memnun olduk…” dedim. Ağızlarından fısıltı halinde bir şeyler çıktı ama… Bana küfür mü ettiler, yoksa başka bir şey mi dediler anlayamadım. Ama teşekkür etmedikleri kesindi.

Arabamıza binip eve gelirken bir tek şeyi düşünüyordum. 15 Temmuz’da ülkemizi İsrail’in elinden kurtaran, tanklara vücudunu siper eden o kahramanlarla bu çocukların bir kan bağı olabilir miydi?

Sorguladım kendimi… Vatan, bu çocuklara mı emanet edilecek? Adı Savaş olan çocuk asker olabilir mi? Ama onlar daha konuşmaya bile üşeniyorlar, bu nice haldir? Bu çocukların geleceğini hayal etmem çok zor… Onlar değil vatanı, kendilerini bile kurtaramazlar. Anneleri neredeyse hala ağızlarına besliyor!

Peki, vatan kimlere emanet? Sahiplerine elbet. 15 Temmuz’da kimler tankların önüne yatmışsa işte gene o koca yürekliler iş başında olacak. Vatanın zahmetini onlar çekecek, rahmetini ise Rüzgar ve Savaş gibiler. Ama asıl sorun hangi tabakanın mutlu olduğu? Bulduğu bir kuru ekmeğe şükrederek “vatan sağ olsun” diyen koca yüreklilerle pirzolayı beğenmeyenler arasındaki fark uçurumu korkunç. Onlar ayrı dünyalarda…

 

 

SPOTLAR

 

…sorumluluktan uzak, gününü gün eden, manevi değerlerinden kopuk, yabancı kültürlerin etkisi altında kalmış bir gençlik mi? Daha lüks yaşam sevdasına kenetlenmiş, kendi benliğini, öz değerlerini unutmaya yüz tutmuş, büyüklerini hor gören, hedefi sadece para olan bir nesli kim, kimler büyüttü?

 

Onlar bizim can ciğerlerimiz! Biz yetiştirdik onları! Her şeyin en iyisini, en güzelini layık gördük onlara. Özel okullara gönderdik, özel insanlar olsunlar diye. Çırpındık, çırpındık, bizim yapamadıklarımızı yapsınlar diye. Bizden daha yükseklere tırmansınlar istedik. Ellerini soğuk suya sokmadık. Şimdi bir bardak suya sözümüz geçmiyor değil mi?

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*