835/1432 yılında Edirne’de dünyaya gelen Fâtih Sultân Mehmed, babası Sultân II. Murâd’ın gözüyle “Murâd’ın bahçesinde açan bir Muhammedî gül”dür. İri yapılı, uzun boylu, iri gövdeli, kırmızıya çalan ten renkli, koç burunlu, siyah saç ve sakallı bir şemâile sahip olduğu belirtilen Fâtih’in devrinin dinî ve dünyevî ilimlerini en iyi şekilde tahsil ettiği bilinmektedir. Hocaları arasında Mollâ Gürânî, Zeyniyye tarikatına mensup olduğu da belirtilen âlim Molla Hüsrev, Bayrâmî şeyhi Akşemseddin’in, musâhib müderrisleri arasında Mollâ Temcîd, Mollâ Zeyrek, Şeyh Vefâ’nın müridlerinden Mollâ Lutfî, Mollâ Vefâ, Hızır Bey Çelebi, Ali Kuşcu ve Ali Tûsî gibi büyük âlimlerin olması onun ne denli ilim tahsil ettiğini gösterdiği kadar ilmî seviyesini de göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
Fâtih’in bu ilimlerin yanında iştiyak duyduğu, hem nazarî hem de amelî olarak tattığı bir ilim daha vardır o da tasavvuftur. Nezihe Araz İstanbul Evliyâları adlı eserinde bu konuda şunları söyler: “Ammâ II. Murâd’ın oğlu, babası gibi tasavvuf cevherine hâmil, müstesna kabiliyetlerdendi. Ve insanda küllî aklın zuhûrunu, maddesi ile mânâsının kıyâm ve muvânezesinde gördüğü için, şimdiye kadar zihnî ve rûhî faaliyetlerini at başı yürütmüştür.”
Ona tasavvuf iştiyakını ilk aşılayan hiç kuşkusuz Hacı Bayrâm-ı Velî’nin müridlerinden olan babası II. Murâd’dır. Babası II. Murâd gibi Bayrâmiyye tarîkatına mensup bulunan ve hocası Akşemseddin’e muhib olduğu ifade edilen Fâtih de gerek şehzâde olduğu dönemde gerekse saltanatı sırasında tasavvufa ve tasavvuf erbâbına oldukça yakın ilgi ve alaka göstermiştir.
Kaynaklarda nakledildiğine göre Fâtih’in tasavvuf yoluna meyletmesi ve girişi şu şekilde olmuştur:
“Fâtih, Manisa’da ikinci şehzâdelik devresini geçirirken bir gün Bursa’ya babasının ziyaretine gider. Ziyarette, babası ile yaptığı bir sohbet esnâsında mevzû tasavvufa intikâl eder, madde ve manâ âlemlerinin pâdişâhı II. Murâd tasavvuf ehli ile zâhir ehli arasındaki farkları oğluna bizzat göstermek ister. O gece Bursa’nın bir mahallesinde tarikat ehli olan bazı kişilerin, diğer bir mahallesinde ise tarikat ve tasavvufla alâkası bulunmayan zâhir ehli kişilerin sohbet toplantıları olduğu öğrenilir. Tebdîl-i kıyafet ederek saraydan çıkan baba oğul, önce tasavvufla alâkası bulunmayan zâhir ehlinin toplandıkları evin önüne gelip dururlar. Eve girmeden önce gelenlere birer birer şu suali tevcih ederler:
- Bu meclise katılanlardan hanginiz ilimce daha üstündür?
Kendisine soru sorulan kişi cevaben- Benim diğerlerinden daha malûmatlı ve ilimde ileri durumda olduğumdan şüpheniz mi var? der. Sonra aynı soruyu oraya gelen başka kimselere de sorar, bazıları aşağı yukarı aynı cevabı verir, bu da yetmiyormuş gibi, bir de diklenir, Sultan ve oğlunun üzerine yürüyecekmişçesine tavır takınır. Bunun üzerine Sultan Murâd ve Şehzâde Mehmed, oradan ayrılarak tasavvuf ehlinin sohbet toplantısı yaptığı mahalleye gelir, yine bir kenara çekilerek, gelenlere teker teker ilk evde sordukları soruyu sorarlar, onlar da neredeyse kelimesi kelimesine aynen şu cevabı verir: ‘Ben neyim ki? İlmen üstün olan benden sonra gelen zâttır.’ Bu böyle devam eder, en son gelen zât da arkasına dönüp baktığında kendisinden sonra gelenin olmadığını görünce: ‘İilim ve kemâl sahipleri hep benden önce girenlerdir. Ben Cenâb-ı Hakk’ın basit bir kuluyum.’ diyerek tevazûsunu gösterir. Ardından Sultan Murâd ve Şehzâde Mehmed saraya döner, II. Murâd oğluna: “Her iki tâife arasındaki farkı anladın mı?” diye sorar ve onu düşünmeye dâvet eder. İşte bundan sonra, Şehzâde tasavvuf yoluna girerek, hocası ve şeyhi Akşemseddin ile karşılaşmasından sonra tarikata intisâb ederek tasavvuf yolunda merhaleler kaydetmeye başlar.”
Bundan dolayıdır Fâtih, Akşemseddin’in, şeyhi Hacı Bayrâm’ın II. Murâd münasebetlerinde hemen dâima yanında olması hasebiyle onunla tanışmış ve eliyle Eyüp’te kuşatılan padişahlık kılıcı tahta çıktıktan sonra da onunla görüşmeye devam etmiştir. Bundan dolayıdır ki Akşemseddin’in Fâtih üzerindeki nüfuzu oldukça ileri düzeyde olmuştur. Nitekim bir gün veziri Mahmud Paşa’ya: “Bu Pîr’e hürmetim ihtiyarsızdır. Yanında heyecanlanırım. Ellerim titrer. Diğer şeyhlerim ise benim yanıma gelince¸ heyecandan elleri titrer” diyerek¸ ona karşı ileri düzeydeki hürmet ve tazim hislerini dile getirirmiştir.
Târihi kesin olarak bilinmemekle beraber İstanbul’un fethinden önce iki defa Fâtih’in yanına Edirne’ye gelen Akşemseddin, ilkinde II. Murâd’ın kazaskeri Çandarlıoğlu Süleymân Çelebi’yi, diğer defasında da Fâtih’in kızlarından birini tedavi ederek iyileştirmiş, Fâtih’in kızı da kendisine Beypazarı’ndaki pirinç mezraalarını vermiştir.
Yine Fâtih’in şehzâde olarak Manisa’da imâret mutasarrıfı iken, rahatsızlandıkça Semerci Dede’nin yanına gidip tesirli nefesinden şifâ bulduğunu da biliyoruz. Sonra pâdişâh olup Eğri Seferi’ne çıkacağı sırada Edirne’de latîf tabiatları kırgın düştüğünde “Semerci Dedeciğim, gel bana oku” diye ferman göndererek Edirne’ye dâvet etmiştir. Bu sebeple Semerci Dede de Edirne’ye gelmiş ve buraya yerleşmiştir.
Fâtih, Seyyid Yahyâ Şirvânî’nin halîfelerinden Alâeddin Rûmî Efendi’yi Edirne’ye dâvet etmiş, o da ısrar üzerine Anadolu’dan Rûmeli’ye geçerek Edirne’ye gelmiştir. Alâeddin Efendi, Sultân Mehmed ile görüştükten sonra, başta pâdişâh olmak üzere devletin ileri gelenlerinin hazır olduğu geniş bir cemaate vaaz u nasihatte bulunmuştur. Devlet erkânını etkisi altına almış, hatta bazı devlet erkânı sohbetten sonra şeyhe bîat etmişlerdir.
Fâtih ayrıca, Alâeddin Efendi için Edirne’de Tunca nehri kenarında bir zâviye binâ ettirmiş, şeyh bu zâviyede irşadla meşgûl olmuştur. Ancak bazı fesat ehlinin dedi-koduları, şeyhin cezbesi, pervasızlığı ve ihlâsı yanlış yorumlanarak, şeyhi üzüntüye boğmuş, yerine halîfesi Şeyh Mes‘ûd Rûmî Efendi’yi bırakarak memleketi Karaman’a dönmek durumunda kalmıştır.
Fâtih’in, tarîkatını tespit edemediğimiz Gül Muhammed Dede ile olan irtibatı oldukça dikkate değerdir. Nitekim Gül Muhammed Dede’nin, Fâtih’in İstanbul’da yaptırdığı câmideki sekiz yıl tefsîr ve hadîs dersleri verdiği ve sultân da bu derslerde hazır bulunduğu, ayrıca Fâtih’in, ondan iki sene kadar şerîat ilimleriyle ilgili öğrenim gördüğü, sultân Edirne’ye gidince onu da yanında götürdüğü, Karaca ve Korucu Köyü civarına avlanmaya da birlikte gittikleri ve bu avlanma sırasında Korucu Köyü’nü beğenip sultândan ricâ ile istemesi üzerine kendisine mallık olarak verildiği kaydedilmektedir.
Horasan ve Semerkand diyarının meşhûr iki büyük Nakşî şeyhi olan Mollâ Abdurrahman Câmî (v. 898/1492) ile Hâce Ubeydullah Ahrâr (v. 895/1490)’a karşı da Fatih’in özel bir ilgisi olduğu mâlûmdur. Şöyle ki Fâtih ile Ahrâr arasında gizlice yazışma ve mektuplaşmalar gerçekleşmiş ve bu bağ¸ karşılıklı yardım ve himmet isteme derecesine kadar varmıştır. Ahrâr’ın kızından torunu Hâce Muhammed Kâsım¸ bir hatırasını şöyle anlatmaktadır:
“…Bir Perşembe günü¸ Dedem Ahrâr Hazretleri¸ Semerkand’a öğle namazını kıldıktan sonra¸ acele atına atlayıp şehirden çıkmış¸ dostları ve yakınları da onun ardına takılıp gitmişlerdi. Şehir dışında beraberindekileri ansızın durdurup¸ kendisi Deşt-i Abbâs denilen boş bir araziye doğru yürür. Hemen arkasından duruma muttalî olmak üzere giden müridlerinden biri onun¸ her yöne at koşturarak kılıç salladığı ve sağa-sola hücum ederek savaşır gibi hareketlerde bulunduğunu görünce hayretler içerisinde kalır. Keyfiyeti merak edip Şeyh’in peşinden giden ve garip davranışlarını seyreden dostu¸ eve döndüklerinde meseleyi şeyhe arz eder. Hazret şu cevabı lutfeder: ‘Rûm Padişahı Sultan Mehmed Han Gazi¸ tam o anda küffâr ile savaşmakta idi. Bizden yardım dileğinde bulundu. Biz de¸ onun candan istimdadına icabet ettik…’ Babam Abdülhâdi¸ Rûm diyarına gelip II. Bâyezîd Hân ile görüştüğünde¸ dedemin¸ giyim-kuşam¸ kılık-kıyafetinden bahsederken¸ Pâdişâh¸ ‘beyaz atları da var mıydı?’ diye sormuştu. ‘Evet’ cevabını alınca¸ babam Sultân Fâtih Hân anlatmıştı ki: ‘Filan gün¸ öğleden sonra¸ küffâr ile savaşırken¸ askerde bıkkınlık emareleri sezmiş ve Hâce Hazretleri’nden istimdad eylemiştim. Hemen o anda bu büyük üstâd¸ beyaz bir ata binmiş ve gösterişli bir kılığa bürünmüş olarak savaş meydanında karşıma çıktı. Ve bana: ‘Korkma! Merak etme!’ diye kuvvet verdi. Bense: Küffârın çokluğunu işaret ettim. Hâce Hazretleri¸ kol yenlerini bana gösterdi. İçine baktığımda¸ orada geniş bir meydan peyda olup¸ baştan aşağı İslâm askeri ile dopdolu idi. Böylece üstâd bize kuvvet vererek: Filan tepeye çıkıp¸ askere rehberlik ederek¸ bir hücum daha yapın dedi. Kendisi de düşman üzerine kılıç salladı. Ve fetih müyesser oldu.”
Vahdet-i vücûd düşüncesine de ilgi duyan Fâtih Sultan Mehmed¸ bu husustaki yetkinliği ile bilinen Abdurrahman Câmî’yi görüşmek üzere¸ İstanbul’a dâvet etmiş ancak o¸ Hüseyin Baykara’yı rencide etmemek için¸ Hicaz dönüşü Şam’a uğradığında söz konusu dâvetten haberdar olmuş ve gizlice Horasan’a dönerek bu talebi yerine getirememiştir. Câmî, dâvete icâbet edememekle birlikte vahdet-i vücûda dair kaleme aldığı Risâle fi’l-vücûd adlı eserini Sultân’a hediye olarak göndermiş, fakat risâle İstanbul’a ulaşmadan Fâtih bekâ âlemine göçmüştür (4 Rebiü’l-evvel 886/3 Mayıs 1481).
Nakşbendîlik’ten söz açılmışken Fâtih’in, İstanbul’un fethini müteakip Aksaray’da Nakşî Hindîler Tekkesi’ni kurdurduğunu ve bu tekkenin şehirde kurulmuş ilk Nakşî tekkesi olduğunu belirtelim. Ayrıca onun, Anadolu ve Rûmeli’de Zeyniyye tarikatının yayılmasında etkili olan Abdüllatif Kudsî’nin halîfelerinden Şeyh Vefâ ile dostluğunun çok ileri boyutlarda olduğunu ve Şeyh’e büyük yardım ve desteklerde bulunduğunu söylemek gerekir.
Fâtih’te tasavvuf nazarî doktrin, hayalî bir idealizm değil, ferdî ve içtimâî hayattaki teşriî ve icrâî otoritesinin sıklet merkezi hâlindedir. Bir cemiyet terbiyecisi olan Sultân, icrâ-yı teşrî yolunda hareket ve vüsûl noktası kabul ettiği bu şuurladır ki, “ben” demeyi unutmuş, hep “siz” demiş, kendini silmiş, âlem için yaşamıştır.
Otuz bir sene padişahlık yaptığı¸ yirmi beş fethe bizzat komuta ettiği, bazen senede bir¸ bazen iki¸ bazen de üç sefere çıktığı, eski tarihçilerin ifadesiyle Osmanlı mülküne on sekiz iklimi kattığı, Anadolu’yu¸ baştan başa bir Müslüman toprağı haline getirdiği¸ Bosna-Hersek de dahil olmak üzere Balkanları bütünüyle Osmanlı ülkesi hâline getirdiği belirtilen Fâtih’in güçlü ilmî ve tasavvufî yönünün yanında şâirlik yönü de bulunmaktadır.
Yazdığı şiirlerinde “Avnî” mahlasını kullanan Fâtih’in şâirlik yönü ile ilgili bilgilere devrin tezkirelerinde ve nazire mecmualarında rastlandığı gibi, onun yazdığı şiirlerin bir kısmını ihtivâ eden yazma bir Dîvân-ı Sultân Mehmed nüshası da elimiz altındadır (Bkz. İstanbul Millet Kütüphanesi, AE Manzûm 305). Bir dîvânçe sayabileceğimiz yirmi iki yaprak tutarındaki bu küçük eserde yetmiş gazel, bir muhammes ve bir kıta mevcut olup sonunda, “Hattın hadin yüzünü tuttu nitekim ey cân” müfredine yirmi dokuz şâir tarafından söylenmiş nazire yer almaktadır.
Fâtih’in Dîvân’ını şerhiyle birlikte yayımlayan Muhammed Nur Doğan’a göre Fâtih’in şiiri klâsik Türk edebiyatının olanca bilgi, kültür ve estetik birikimini bütün ihtişamı ile yansıttığı kadar, tasavvufun ve tasavvuf ile ilgili bütün hususların mecâzî düşünceyi, sembolizmi ve hattâ allegoriyi besleyen etkilerine de sonuna kadar açıktır. Onun şiirlerinde sevgili, sevgiliye ait bütün bedenî güzellik unsurları, şarap, meyhâne, kilise, put, zünnâr, sâki, sultân, köle vb. gibi maddî değerler, bir yandan dünyevî (gerçek) nitelikleri ile boy gösterirken, diğer yandan da tasavvufî (plâtonik) düşünce dünyasına ait mecâz ve sembolizm unsurları olarak karşımıza çıkmaktadır. Ahmed Aymutlu’ya göre ise Dîvân’ında başta büyük mutasavvıf Şeyhî olmak üzere Ahmed Paşa, Melîhî ve Mesîhî’nin tesiri açıkça belli olan Fâtih’in şiirlerinde tasavvufî görüşlere rastlanmaktadır. Dolayısıyla Fâtih’in şiir dünyasının alt yapısını oluşturan ana unsur tasavvuftur desek abartmış olmayız.
Şimdi örnek olması bakımından onun Dîvân’ında tasavvuf temalı beyitlerinden bir demet sunalım:
Selâmet bâğına işret içün basdım kadem cânâ
Medîd olmadı zevkim âkıbet vakt-i hazân oldu
* * *
Eğer bülbül gibi her nice feryâd u figân etsem
Nasîbim hâr-ı nimetdür benüm ol gül-i zârımdan
* * *
Figân ki cân ile gönlüm bu devrede yakdı
Gehî mey ateşi vü gâh rûy-ı âteşnâk
Rikâbın öpmek içün bâşumı fedâ kıluram
Eğer ki bend ola boynuma rişte-i fitrâk
Yele varur çü etse bâd-ı kahr-ı istiğnâ
Niteki ahker ü hâkister encüm ü eflâk
Fenâ riyâzı gül ü goncesinden ey Avnî
Nişân verür dil-i sad-çâk ü hırka-i sad-çâk
* * *
Benüm sen şâh-ı meh-rûya kul olmağ iledür fahrüm
Gedâ-yı dilber olmak yeğ cihânun pâdişâsundan
* * *
Hüsn ile cânânlar içre cân-ı cânândur Üveys
Şerbet-i la‘liyle dil derdine dermândur Üveys
Ağlamaz can bülbül işimden gerû feryâd edüb
Bâğ-ı dilde hüsn ile bir verd-i handândır Üveys
Nice ma‘mûr olmasun dil mülki adl ü dâd ile
Bunca yıldur kim gönül tahtında sultândır Üveys
Eşk-i çeşmini şerâb bağrını eyle rebâb
Ey dil-i âşüfte çün bir gece mihmândur Üveys
Avniyâ çün devlet elverdi ki mihmân oldu yâr
Fırsatı fevt etme kim bin câna erzândur Üveys
* * *
Meşreb-i âyînesi olsa mükedder zevkden
Avniyâ etmez müride fâide irşâdlar
* * *
Kerâhetdür mey içmek diyü esrâra rızâ verdün
Hezâr ahsent sûfî haylice re’y-i savâb olmuş
* * *
Sâfâ ile ere mi anda tîre-dil sûfî
Meger mübeddel ede eylüge hısâl-i şenî‘
* * *
Ne denli zühd-i riyâ hâletini göstersen
Tasavvur eyleme sûfî ki eyleyem tasdik
Visâl-i yâr dilersen fenâyî ol Avnî
Ki bahs-i ilm ü amel ser-be-ser olur tirzîk
* * *
Ey pîr-i deyr ehl-i harâbâtı mahrem et
Keşf eyle bâde sırrını terk it behâneyi
* * *
Yine mestâne gelün azm-i harâbât idelüm
Hizmet-i pîr-i mugân ile mübâhât idelüm
* * *
Aşk-ı riyâyı terk edemez zâhidi görün
Şükr-i Hudâ ki Avnî degül şerm-sâr-ı hüsn
Prof. Dr. Selami ŞİMŞEK
Gümüşhane Üniversitesi Öğretim Üyesi
Bir yanıt bırakın