EDİRNE’NİN GÜLÜ

Yıl 1432…

 

29 Mart’ı 30 Mart’a bağlayan gece, gecelerden bir gece miydi?

 

Edirne’de durmuştu zaman. Akmıyordu saniyeler eski sarayda…

 

Herkeste bir tatlı telaş, bir heyecan… Acaba bebek kız mı doğacak oğlan mı? Eğer kız ise dünyaya gelecek masum, sıradan bir sultan kızı. Ama ya erkekse? Ya Osmanlı tahtına oturabilecek kabiliyette bir şehzade ise? O zaman sarsılmaz mıydı âlem-i cihan?!

 

Hüma Hatun, o amansız sancılarla kıvranırken, dehşeti kıyamet sahneleri kadar feci olan o acılara dayanırken, değil sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun, dünyanın kaderini değiştirecek dâhi evladının biraz sonra bu âleme gözlerini açacağını biliyor muydu?

 

Ebe kadınlar, hemşireler pervaneydi başında. Sirkeli su kabına batıp batıp çıkıyordu bez parçaları.

 

Neden sonra yüzlere tebessümün ışıltısı yayıldı. Gözler gülümsedi, gönüller ferahladı. Nur topu gibi bir erkek evladın muştusu herkesi sardı.

 

Tam da o anda en sevdiği kitabı okuyordu Sultan Murat. Göklerden gelen haberlerin içinden O’na pek sevimli gelen Fetih sûresinin müjdeleriyle mest oluyordu.

 

Şehzadenin doğum haberiyle iki sevinci kucaklaştı. Ruhu kanatlandı adeta göklere. Şükür secdeleri gerekti şimdi kendisine…

 

Hüma Hatun mutluydu. Sultan II. Murat’ın sevinci ise mutluluktan da öteydi:

 

“Adını ‘Mehmed’ koydum” dedi keyifle. “Cennet-mekân pederimin adı. Daha da güzeli, Efendimiz’in, Âlemlerin Sultanının, İki Cihan Güneşinin ismi (sas)…

 

Üzerine titrediler şehzadenin. Emirler yağdı halayıklara. O’nun terbiyesi, O’nun eğitimi çok çok önemliydi.

 

Edirne’nin has bahçelerinde, bülbül nağmeleri arasında bebeklik çağını yaşadı şehzade.

 

Dadılar elinde, dikkatlice, incitilmeden, her haline son derece özen gösterilerek büyümeye doğru attı adımlarını.

 

Yaramaz mı yaramaz, dur durak bilmeyen son derece hareketli bir çocuktu. Bir o kadar da zeki.

 

Bir gün Sultan Murat O’nu devrin tanınmış mutasavvıfı Hacı Bayram Veli’ye götürdü.

 

Henüz çok küçük bir çocuk olan şehzade bir değneği at yapmış, tahta atının üzerine binmiş, süvariler gibi at koşturma oyununa dalmıştı.

 

Sultan Murad’ın en büyük rüyasıydı İstanbul’u almak… Bir ara bu düşüncesini çok değer verdiği bilgeye, Hacı Bayram Veli’ye açtı:

 

“Ne dersiniz Konstantiniyye’yi almak bana nasip midir acaba?”

 

Hacı Bayram Veli gülümsedi:

 

“Hünkârım! Konstantiniyye’nin fethi, sizin şu küçük şehzadeniz Mehmed’le bizim Köse’ye nasiptir.”

 

Hocasının ‘Köse’ diye bahsettiği derviş, o anda kendisine ve saray erkânına hizmet eden Akşemsetttin’den başkası değildi. Sultan Murat şaşırdı, ama fevkalade de sevindi. Oğlunun mazhar olacağı bu büyük müjde O’nu ziyadesiyle memnun etti.

 

Ya şehzadenin yüreği? Tahta atının üzerindeydi bedeni, ama zihni derin hülyalara dalıp gitti. Çocuk kalbinden neler neler geçirdi. Onu gören de oyun oynuyor zannederdi. Kendi küçük, aklı evvel olanlara has hali pek bir şey sezdirmezdi.

 

Sultan Murad’ın tutuştu etekleri. Daha bir ihtimam göstermesi gerekti şimdi. Devrinin en meşhur âlimlerini oğlunun özel eğitimi için görevlendirdi. Molla Gürani’yi, Molla Hüsrev’i, Akşemsettin’i ve daha nicelerini…

 

Bir gün Molla Gürani’nin eline bir değnek sıkıştırdı Sultan:

 

“Bizimki derslerden kaytarırsa okşamanız içindir” dedi. Molla Gürani anlamıştı anlayacağını.

 

Ve bir gün şehzade Mehmet haylazlık yapınca, üzerindeki tembellik tozlarını o sopayla silkeleyiverdi. Şehzade şaşkındı. Hiç padişah oğluna el kalkar mıydı? Soluğu babasının yanında aldı. Yana yakıla anlattı derdini. Hünkâr baba hiddetlenmişti:

 

“Tez bildirelim şunun haddini!” dedi. Şehzadesiyle birlikte Molla Gürani’nin karşısına dikiliverdi.

 

Molla Gürani’nin çatıktı kaşları. Sultanı öğrencisinin yanında görünce daha da celallendi. Sopasını havaya kaldırdı. Koskoca padişahın üzerine yürüyüverdi!

 

Sultan Murat koşuyor, bir yandan da söyleniyordu:

 

“Aman şehzadem tez kaçalım buradan! Pabuç pahalı! Postu deldirmek işten değil!”

 

Edirne’de Zaman…

Edirne Peykler Medresesi’nde bir yatılı öğrenci. Henüz sekiz yaşında. Hocaları Molla Gürani’yi, Akşemsettin’i o gün yine can kulağıyla dinlemiş. Peygamber Efendimiz’in o müjdeli hadisi yüreğine işlemiş. Akşam olunca da odasına çekilmiş. Vakit bir hayli ilerlemiş. Gece yarısını çoktan geçmiş. Akşemsettin de günün yorgunluğunu atmak için medresede kendine ait odasına geçmiş. Yatmadan önce Edirne’nin yumuşacık havasını içine çekmek istemiş. Dışarıya çıkıp biraz nefeslenince, medresenin odalarından birinin penceresinden sızan kandil ışığı dikkatini çekmiş. Bu pencerenin şehzadenin odasına ait olduğunu hayretle görmüş. O yana doğru yürümüş. Şehzadenin odasına girince büyümüş gözbebekleri. Daha da artmış hayreti:

 

“Niçin yatmaz da uykunuzu heba eylersiniz şehzadem?” demeye kalmamış, şehzade kendisini uyutmayan gerçekleri göz önüne serivermiş. Önünde kocaman bir harita, hayalleri ufuklar kadar geniş:

 

“Hocam… Konstantiniyye nasıl fethedilir?

 

“………………………….”

 

“Bunu düşünürüm, uyku tutmaz ki gözlerimi…” deyiverir.

 

Akşemsettin gülümsemektedir şimdi. Yüreği dağlar kadardır.

 

Nakış nakış, motif motif işlemektedir şehzadeyi. Geleceğin cihan padişahı ellerinde şekillenmektedir.

 

Yıllar yıllar sonra şehzade, rüyasının gerçeklere dönüşmesinin saadetini yudum yudum içerken, Fatih Sultan Mehmed Han olarak dünyaya hükmederken, veziri Mahmut Paşa’ya hocası Akşemsettin hakkında hissettiklerini söyleyecek duygularını gizlemeye lüzum görmeyecektir:

 

“Bu hocama saygım sonsuzdur. Diğer âlimler benim yanımda el etek divan durup heyecandan titrerler. Ben ise Akşemsettin’in yanında titrerim. Sadece İstanbul’u almış olmak değildir benim gururum. Ben asıl, Akşemsettin gibi bir büyüğe çağdaş olmaktan dolayı gani gani sevinirim…”

 

Şehzade sadece İslam âlimlerinden değil, yabancı eğitmenlerden de ders alır. Dinî ve fennî ilimlerde allâme-i cihan olma yolunda adım adım yürürken öğrendiği dillerin sayısı yediye çıkar. Genç dimağına her gün taze bilgiler yüklenir. Sürekli yenilenir, sürekli tazelenir. Körpecik bir beyin bu kadar yükün altında ezilir diye hocaları bile endişelenir.

 

Ama O, hedefine doğru giderken bilgilerin özünü kendine kaynak yapmayı da iyi bilir. Tarihe karşı ilgisi fevkaladedir. Peygamber kıssalarından da en çok Davud kıssasını beğenir. O’nu en çok ilgilendiren yönü, Davud’un (as) demiri avuçlarında hamur gibi yumuşatmasıdır. Sıkça okur Hz. Davud’u. Ziyadeleşir sevgisi.

 

Bir gün Hz. Davud devlet reisi iken tebdil-i kıyafetle sokağa çıktığında rastladığı bir sade vatandaşa:

 

“Davud’u nasıl bilirsin?” diye sorar.

 

“Davud iyidir. Ancak bir kusuru vardır. Devlet hazinesinden maaş alarak ailesini geçindirir” cevabını alır ve çok üzülür. Rabbine yalvarır, kendisine elinin emeğini yiyebileceği bir meslek vermesi için dua eder. Bunun üzerine Yüce Allah Ona demiri yumuşatma mucizesi verir.

 

Kıssanın burasında şimşekler çakar beyninde çocuk şehzadenin. O’na da bir meslek öğretilmek istenmektedir her şehzadeye olduğu gibi. Öyleyse onun öğreneceği meslek, top dökmek olmalıdır!

 

Havan topunu icat etmenin yolları böylece aralanmıştır Mehmed’e. O artık bir mucid olabilmek için daha da çok çalışmaya çoktan karar vermiştir.

 

Edirne’de Cülûs

Sultan II. Murad’ın hayattaki en büyük gayesi İstanbul’un alındığını dünya gözüyle görebilmektir. Hem bu rüyasını hızlandırmak hem de ahir ömründe salih amellerini çoğaltmak amacıyla tahtını, henüz on üç yaşında bulunan oğlu Mehmed’e bırakmaya karar verir. Bu konuda kendisine cephe alan hiçbir fikri de kabul etmez, genç şehzadesini kendi tahtına oturtur. Gönlü rahattır. Osmanlı İmparatorluğunu sık sık rahatsız eden Macarlarla da on yıl sürecek bir barış andlaşması imzalamıştır. Artık Manisa’da; sakin, huzurlu, ibadetlerle dopdolu bir yaşam sürmek için sabırsızlanmaktadır. Oğluna da güveni sonsuzdur. Vezirlerini, beylerini, paşalarını, âlimlerini, bilginleri oğlunun yanına yardımcı olarak bırakıp kimselerin uyarılarına kulak asmayarak Manisa’ya çekilir. Özlediği hayata kavuşur.

 

Fakat su uyur, düşman uyumaz. Bir çocuğun Osmanlı tahtına oturduğunu duyanların iştahı açılır. Türkleri Anadolu’dan atmanın tam sırasıdır. Haçlı ordusu toparlanmaktadır. Macar Kralı sözünden caymış, antlaşmayı bozmuştur.

 

Edirne Saray’ında devlet erkânı toplanır. Sultan II. Mehmed’e, babasına bir mektup yazarak Edirne’ye çağırması, işlerin üstesinden ancak tecrübeli bir padişahın gelebileceği söylenir. Sultan Mehmed’in fikri de zaten aynı yöndedir. Mektup yazılır, derhal bir ulak Manisa yönüne doğru hızlı bir şekilde yola çıkarılır.

 

Ancak II. Murad’ın tekrar Edirne’ye dönüp Osmanlı tahtına oturarak rahatını kaçırmaya hiç niyeti yoktur. Padişah olan oğluna uygun bir dille ne gerekiyorsa yapmasını, bu konuda devlet büyüklerinin de sonuna kadar kendisine yardım edeceğini, böylece Allah’ın izniyle zaferin mümkün olacağını yazar.

 

Sultan Mehmed’in istediği cevap bu değildir. Artık babasına da şanına yakışır bir davet mektubu yazmanın zamanı gelmiştir. Kısa, öz ve net bir şekilde özetler düşüncesini:

 

“Eğer padişah siz iseniz, geliniz, ordularınızın başına geçiniz. Yok eğer padişah biz isek, emrimizdir! İtaat edip geliniz! Ordularımızın başına geçiniz!..”

 

Sultan Murad bu dâhiyane buyruk üzerine harekete geçer ve son hızla at koşturarak pâyitaht şehri Edirne’ye varır. Tahta tekrar oturmak zorunda kalır. Osmanlı Ordusunun başına geçer ve tarihimize altın harflerle yazılan Varna zaferini kazanarak düşman ordusuna gereken dersi verir.

 

Takvimler 1444’ü göstermektedir.

 

Şanlı Varna zaferini, dört yıl sonra 1448’de Haçlı ordusunu bir daha toparlanamayacak derecede hırpalayan II. Kosova zaferi takip eder.

 

Sultan Murat çok istediği münzevi hayatına bir türlü kavuşamaz. Düşmanları buna fırsat vermez. O kaçtıkça dünya hayatı Onu kovalar. Ahir ömrü zafer üzerine zaferle süslenir.

 

Ancak, hayır defteri kıyamete kadar açık kalacak, sadaka-i cariyeleri bir hayli kabarık olacaktır.

 

Şehzade Mehmed gibi üstün ahlaklı, son derece zeki ve her alanda çok iyi yetişmiş bir evladı sadece Osmanlı Ülkesine değil, tüm insanlık âlemine yadigâr bırakmış, İstanbul’un fethi için gerekli tüm alt yapıyı hazırlamıştır.

 

Dâhiyane buluşlarıyla havan topunu icat eden, gemileri karadan yürüten Fatih Sultan Mehmed Han, Edirne’den yola çıkardığı ordularıyla o muazzam müjdeye mazhar olarak İstanbul’u fethedecek, tarihe çağ kapayıp çağ açan padişah olarak geçecektir…

 

Vildan SERDAR

Araştırmacı – Yazar

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*