EDİRNE FÂTİHİ MURAD HÜDÂVENDİGÂR’IN ŞEHRİ PRİŞTİNE

 

İnce ince yağan bir yağmur eşliğinde Murad Hüdavendigâr’ın şehrine, Priştine’ye, Balkanların bu en genç devleti Kosova’nın başkentine ulaşıyoruz. Sanki bildik tanıdık, yıllardır yaşadığım topraklara uzun bir aradan sonra dönmüş gibiyim… Şehirde ilk ziyaret yerlerimiz hâlâ bütün güzelliği ile ayakta duran Fatih ve Sultan Murad camileri oluyor. Ve tabii ki ardından Meşhed-i Hüdâvendigâr.

 

Balkanlar’daki en eski Osmanlı eseri olarak bilinen Sultan Murad Hüdâvendigâr Türbesi’nde, orijinaline sadık kalınarak TİKA tarafından gerçekleştirilen geniş kapsamlı restorasyon çalışmaları nihayet sona ermiş görünüyor. Kosova sahrasında 1389 yılında Osmanlı orduları ile Sırp ordularının karşı karşıya geldiği Birinci Kosova Meydan Muharebesi, Türkler için olduğu kadar Sırplar için de unutulmaz bir savaş elbette. Murad Hüdavendigâr, Miloş adında bir Sırp askeri tarafından savaş meydanında şehid edilmiş. Tabii Sırplar da boş durmamışlar ve türbenin yakınlarına milli kahramanları (!) Miloş adına dev bir anıt dikmişler. Bu anıt şu anda ne olur ne olmaz düşüncesiyle UNMIK askerleri tarafından sıkı bir koruma ve gözetim altında tutuluyor. Rica minnet birkaç poz fotoğraf çekmemize izin veriyorlar. NATO, “barışı koruma” misyonuyla on yıldan fazla bir zamandır bu bölgede.

 

Sultan Murad türbesinin restorasyonu 2004 yılında Priştine’de, “Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı” ile Kosova Geçici Özerk Yönetim Kurumlarını temsil eden Kosova’daki BM Geçici Yönetimi (UNMIK) arasında imzalanan “Kültürel İşbirliği Anlaşması” çerçevesinde gerçekleştirilmiş. Uzmanlardan oluşan bir heyetin Kosova’da yaptığı incelemeler sonucunda, Sultan Murad Türbesi’nin yanı sıra, Prizren’deki Sinan Paşa Camii ile Gazi Mehmed Paşa Hamamı, Priştine’deki Fatih Camii ve Yaşar Paşa (Çarşı) Camilerinin de restorasyonu gerçekleştirilmiş. Bu nedenle son derece tarihî önemi hâiz bu eserlerin restorasyonu için, Türkiye tarafından da 2.5 milyon dolarlık bir kaynak sağlanmış.

 

Sultan Murad Türbesi, 1909 tarihli tamir kitabesinden de anlaşılacağı üzere, Sultan Reşad’ın 16 Haziran 1911’deki Kosova’yı ziyareti sırasında büyük çaplı bir onarımdan geçmiş. O tarihte türbede top atışları ile karşılanan Sultan Reşad, “Balkanların Kâbe’si” sayılan Meşhed-i Hüdâvendigâr’ı ziyaret eder. Ziyaretten önce Kosova Ovası’nda on binlerce kişiden oluşan kalabalıkla toplu namaz kılınır ve özel olarak yapılan minberde Manastırlı İsmail Hakkı Efendi vaaz verir, ardından padişahın beyannamesi okunur. Bu ziyaret dolayısıyla türbe onarılır, avlusu kesme taşla döşenir, yeni bir çeşme yaptırılır, türbenin bugünkü tamir kitabesi konulur ve avluya da Reşadiye Medresesi’nin temeli atılır. Türbenin onarımına başlanıldığı 1911 yılında Kosova bölgesinin ileri gelenleri, Sultan Murad’ın şehid edildiği günün, “millî gün” olarak ilan edilmesi ve her yıl bütün Osmanlılar tarafından bu tarihte türbenin ziyaret edilmesini sağlamak için girişimde bulunurlarsa da bir yıl sonra çıkan Balkan Savaşı, bu girişimin gerçekleşmesini engeller.

 

Evet, “Evlâd-ı Fâtihân” demişiz onlara. “Rumeli Türkleri” ile bütünleşmiş bir deyim bu aslında. Osmanlı’nın 17. asır sonlarına doğru Rumelinde yaşayan “Yörük” ve “Tatar”lardan oluşturduğu askerî teşkilâtın ismi imiş bu. 1700’lü yılların başında teşkilâta mensup “Evlâd-ı Fâtihan”ın sayısı 16.500 kadardır. Özellikle savaşlarda Osmanlı ordularının öncü kuvvetleri olan “akıncılar”ın önünü açmada büyük destek sağlarlardı onlar. Dolayısıyla savaşlarda en büyük kayıpları da her zaman “evlad-ı fatihan” askerleri vermişlerdir. 1850’li yıllara doğru bu teşkilat kaldırılır. Bu oluşum ortadan kalkalı bu kadar yıl olmuş olmasına ama tabir yerindeyse “kendi gitmiş adı kalmış yâdigâr”. Balkan coğrafyasının hemen her yerinde Osmanlı tarih ve kültürünün izlerine tanık olmak mümkün iken, bu deyimin özellikle Makedonya ve Kosova Türkleri ile özdeşleşmiş olması herhalde bugün Türk kültür ve sanatının, tarihinin bilhassa bu topraklarda dipdiri yaşıyor olması ile açıklanabilir. Evet. Buralarda gördüklerimiz, yaşadıklarımız bunu açıkça gösteriyor. Hem de Kosova’da, Priştine’de.

 

Esasen bir doğu şehri, bir Osmanlı şehri Priştine. 700.000’in üzerindeki nüfusuyla ağırlıklı olarak Kosova Arnavutlarının ve tabii ki Kosova’da yaşayan Türklerin kültür merkezi konumunda. Türkçe yayınlanan Tan Gazetesi ise Kosova Türklerinin önemli yayın organlarından biri. Modern binaların biraz daha fazla oluşu dikkatimizi çekiyor. Cep telefonları ülke içinde düzenli çalışıyor ama dış bağlantılarda ne yazık ki sıkıntılar yaşanıyor. Yine her yerde Osmanlı yadigârları, camiler, minareler ve vakıf eserleri. Caddelerde sık sık NATO askerlerine (KFOR) rastlamak mümkün. Duvarlarda yer yer; “I love you NATO”, “I love you USA” ve “I love you KFOR” yazıları dikkat çekiyor. Buna benzer sloganlara Prizren’de de rastlamıştık. Dolaştığımız yerlerde bariz bir biçimde Sırp unsurların buralardan temizlendiği göze çarpıyor. Dileriz bu tablo sürekli olur ve kanlı yurt Kosova artık huzurlu günlerine kavuşur. Buralarda Türk ve Müslüman olarak yaşamanın bedeli gerçekten çok ağır olmuş. Ve bu, asırlardan beri hep böyle gelmiş, böyle gidiyor. Diliyoruz ki bu kanlar dökülen son kanlar olsun ve tabii ki hiç kimsenin kanı akmasın. Şehir merkezinde askerî önemi olan birkaç bina bombalanmış, enkaz halinde duruyordu. Şehre hâkim bir tepeye çıkıp uzun uzun Priştine’yi seyrediyoruz.

 

Priştine, Osmanlı şiirine önemli şairler de yetiştirmiş bir şehir. Mesîhî bunların en tanınmışı kuşkusuz. Klasik edebiyatımızın ilk Edirne Şehrengiz’ini de o yazmış zaten. Ben de bir Edirneli olarak asırlar sonra şimdi oturup onun Priştine’sine bir şehrengiz yazmayı çok isterdim aslında. En azından bir vefâ borcu olarak. Bu yazı onu ödemez elbette ama çok daha güzel günlerini yazmak nasib olur inşallah.

 

Priştine ismini daha çocukluğumdan hatırlıyorum ben. Çok hoş bir Rumeli şivesiyle konuşan spikerin özellikle  “r” harflerinin üzerine fazlaca vurgu yaparak; “Burası Priştina’nın Sesi Radyosu” anonsundan sonra Türkçe istek türkülerine geçişini hatırlıyorum hep. Bir anda, bundan 40-45 yıl öncesine, taa çocukluğuma giden bir hatıralar zinciri uzanıyor gözümün önünde. Hatırladığım kadarıyla aynı tarz yayınlar yapan iki radyo daha vardı o yıllarda. Birisi Budapeşte Radyosu diğeri de Sofya Radyosu’nun Türkçe yayınlar servisi. Edirne’nin Büyük Döllük Köyü’ndeki evimizde l960’lı yıllarda bu programları sürekli olarak dinlerdi büyüklerimiz. Biz de şaşkınlıkla bir garip diyardan bize seslenen bu farklı Türkçenin esrarıyla büyülenirdik adeta. Gözümüz ve kulağımız en güzel Rumeli türkülerini bize kadar ulaştıran, büyük bataryalarla çalışan AGA marka dev radyomuzun üzerinde olurdu hep. Dinlediklerimiz, birer türkü olmaktan çok, Balkanlardan bize doğru esen hasret rüzgârları idi sanki. Şimdi o yılları hatırladım birden.

 

“Unut diyorlar bazıları orayı

O toprakta süren kanlı davayı

Tuz bas, kapat bağrındaki yarayı

Unutamam acı beni yaktıkça

Yüreğimde şirin Tuna aktıkça

 

Cedlerimin gerçek vatan bildiği

Şehid olup toprağına girdiği

Ovaları, vadileri, her yeri

Unutamam ceddim orda yattıkça

Yüreğimde şirin Tuna aktıkça”.

 

Klâsik Osmanlı şehir dokusuna uygun biçimde dağların eteğinde ve tepeler üzerinde kurulmuş bulunan Priştine bu yönüyle sanki biraz Filibe’ye, biraz da başkent Ankara’ya benziyor. Ve güneş yavaş yavaş yavaş kanlı Kosova sahrasına inerken biz de Priştine’den ayrılıp Üsküb’e doğru yola çıkıyoruz.

 

Prof. Dr. Rıdvan CANIM

Trakya Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanı

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*