…
Günlerdir söyleniyordu:
– Hazırlanın, gideceksiniz!
Peki niçin ve nereye?! Ne olacak evlerimiz, tarlalarımız?! Yüzyıllardır var olan hatıralarımız; Mezarları analarımızın, babalarımızın?! Günde beş defa en güzel davetin yapıldığı minaremiz; içinde ibadet, bahçesinde komsularımızla dertleştiğimiz camimiz ne olacak?!
Cevabı verilemeyen, belki de olmayan sorulardı bunlar…
Emir kesin:
– Gideceksiniz.
Camide, sokakta öbek öbek insanlar, evlerde ana-babalar, mahzûn mahzûn değerlendirmeler yapıyorlardı. Mechûle giden bir yolculuğa çıkacaklardı.
Buralara da mechûle giden bir yolculukla Manisa’dan ve Konya’dan sevinçle gelmişlerdi. Fetih için, adalet için, gönüller kazanmak için… Anadolu’dan Rumeli’ye planlı ilk iskân edilenlerin kendileri olduğunu gururla ve şükürle anlatırlardı. Rumeli fatihi I. Murat Hüdavendigar zamanında, Kaymakçalan dağlarının eteklerinde, adını Karacabey’den alan ovayı vatan edinmişlerdi. Havası, suyu, toprağı güzel bu mekânı imar ettiler. Ovanın adı Karacaâbad oldu. Yerlilerle kaynaştılar, kız alıp verdiler, akraba oldular.
Lâkin son yıllarda âdil ve güçlü devletin şefkatli gölgesinde değillerdi. İşgale uğramışlardı. Kurtarılmayı beklediler hasretle. Mümkün olmayınca, hicret zorunlu oldu. Türkiye sınırları içinde yaşayan Rumlarla mübâdil olacaklardı. Gelişleri ne kadar sevinçli idiyse dönüşleri o kadar hüzünlüydü.
Beklenen gün geldi. Hasan Aga ev halkına seslendi:
– Toplanın!
Eşi Havva:
– Neyi toplayalım, hangi birini be adam?! dedi.
– Bir eşeğin taşıyabileceği ne varsa, diye cevap verdi Hasan Aga. “Bir yorgan, bir döşek, bir somun da taze pişmiş ekmek” diye tamamladı sözünü.
Hasan Aga 39, eşi Havva 34 yaşında idi. Üç de çocuk, ikisi kız, biri oğlan. En büyüğü 15, en küçüğü 10 yaşında. Uykusuz geçen gecenin sabahında evlerinin odalarını dolaştılar, son defa. Avluda gezindiler. Caminin minaresine, kubbesine baktılar. Geçmişlerine dua ettiler. Hüzün dolu sessizliği avlu kapısının sesi bozdu. Biri dövercesine, hızla kapıya vuruyordu. “Allah Allah! Kimdi gelen bu telaşlı zamanda” diye düşündü Hasan Aga. “Bir Müslüman olamazdı. Çünkü Müslüman ahali Hasan Aga gibi son hazırlıklarını yapıyordu.”
– Oğlum! Bak şu kapıya, kimmiş gelen?
Koşturarak kapıya seğirten oğlu cevap verdi:
– Komşu köyden Strupino’dan (Likostoma) Kosta, baba!
Hasan Aga’nın köyü, Bico Mahallesi (Piperia) ile Strupino arası üç-dört kilometre mesafedeydi. Hasan Aga’nın tarlaları Strupino köyündeydi. Çünkü babası o köydendi. Babası tarlada çalışırken Bulgar komitacıları tarafından şehit edilmiş, henüz bebek olan Hasan Aga yetim kalmış, anası başkasıyla evlenince halaları tarafından büyütülmüştü. Balkan Savaşı sırasında köyleri yıkılınca Bico Mahallesi’ne taşınmıştı. Kosta’yı tanıyordu. Hem eski ev, hem de tarla komşusuydu.
– Allah Allah! Ne diyecek bu Kosta, halimizi görmüyor mu?
Kosta bekletmeden söze girdi.
– Hasan Aga! Gidiyorsunuz, Strupino’daki, dört yanından su akan tarlanı bana satar mısın? Hazırlıklı geldim, işte altınlar!
– Biz gidiyoruz ama yakında tekrar döneceğiz. Tarlamı satmıyorum.
– Tamam. Sen bu altınları al, dönünce verirsin altınlarımı, alırsın tarlanı.
– Dedim ya, bizde satılık tarla yok. Sen o tarlayı işle, gelince teslim edersin.
– Hasan Aga, bize siz öğrettiniz, bir kişi hak etmediği mala sahip olursa haram olur. Haram malla yetişen çocuktan hayır gelmez. Al şu altınları, sat bana tarlayı.
– Bak Kosta! Görüyorsun işimiz çok, beni meşgul etme. Son söz: Bizde tarla, vatan toprağıdır ve vatan toprağı satılmaz!
Kosta çaresiz geri döndü.
Hasan Aga, çocukları, köylüler ve çevre köylerden toplanan binlerce insan boyunları bükük, gözleri nemli, kalpleri mahzun Selanik’e doğru yola koyuldular. Üç gün sürdü yolculukları. Sabırla beklediler Selanik iskelesinde mechûle kalkacak gemiyi. Ve… Gemi yolculuğu. Yaşlılar, hastalar, kadınlar, çocuklar…
Hayat da nihayetinde bir yolculuk değil miydi?! Hicret, ilk insanla Cennet’ten Dünya’ya sürgün ile başlayan, dünyada da devam eden, bütün peygamberlerin ortak kaderi değil miydi?! Âlemlere rahmet vesilesi Hz. Muhammed (sas) doğduğu, büyüdüğü, ilk vahye mazhar olduğu, atalarının yurdu Mekke’yi terketmek zorunda kalmamış mıydı?! Hicretleri Allah için olan muhacirler, övgüye mazhar olan insanlar; Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razı değiller miydi?!
Gemi yolcularının tümü; mallarını, evlerini ve hatıralarını, dinlerini daha rahat yaşamak için terk etmişlerdi. Bu duygularla gönüller sekinet, umut ve heyecanla doldu yeniden. Yolcuların kimi Samsun’a, kimi Bursa’ya, kimi Bilecik’e, bazısı Kahramanmaraş’a, bazıları da Edirne’ye gönderildi.
Hasan Aga ve komşuları Trakya’nın güzel bir köşesini, Rumların terk ettiği bir köyü yurt edindiler.
Lâkin her gün “haydi geri dönüyorsunuz” müjdesini bekleyerek… Her gece çocuklarına ve torunlarına memleket hatırlarını anlatarak…
Muhacir (mâcır) çocukları, hasret ninnileri ve hasret hikâyeleri dinleyerek büyüdüler. Yoksulluk hikâyelerini, “vatanın kıymetini bilin…” nasihatlerin dinleyerek.
___________________
Özür: Geçen sayıda yayınlanan yazımda, her iki beyit de sehven Namık Kemal’e ait olarak verilmiştir. Doğrusu ilk beyit Tevfik Fikret’in ikinci beyit ise Namık Kemal’indir. Okuyucularımdan özür dilerim. H.G.
Bir yanıt bırakın