“Bir Türk gönlünde nehir varsa Tuna’dır, dağ varsa Balkan’dır”
Yahya Kemal BEYATLI
Balkan coğrafyası geçmişten bugüne daima kavmi unsurların zenginliğini bünyesinde barındırmış ve bu durum coğrafyanın çok renkli bir karaktere sahip olmasını sağlamıştır. Balkanların bu görüntüsü, haliyle coğrafyanın idare ve muhafaza edilmesinde belirli sıkıntıları meydana getirmiştir. Bu çok dilli, çok dinli, çok uluslu coğrafyanın adı, 1582 yılında bölgeyi gezen Martin Grünberg tarafından Balkan olarak adlandırılmıştır. Bu ad, Bulgaristan’ı doğudan batıya kesen ve Tuna boyunca yükselen sıradağlardan esinlenerek İngilizler tarafından coğrafyayı nitelemek için kullanılmış bir addır. Bu dağlık arazinin nihai sonuçlarından olarak coğrafya içerisinde kavmi çeşitliliğin küçük alanlar içerisinde aynı mahallerde bulunması dolayısıyla, belirli bir siyasi düzen yahut nizam meydana getirmek de hayli zor olmuştur. Örneğin meydana getirilecek idare mekanizmasının kime göre neye göre hazırlanacağı konusu içinden çıkılmaz sonuçlar doğurmuştur. Diğer yandan Balkanlar, Doğu’ya mı aittir Batı’ya mı sorusu dünden bugüne tartışılagelmiş ve Balkanlar, çoğu Avrupalı devleti tarafından üvey evlat muamelesine maruz bırakılmıştır. Çünkü Batı dünyasının zihninde “Balkanlar ve Balkan halklarının Doğu halklarından farkı yoktu ve tıpkı Doğu halkları gibi onlar da gelişme kaydetmemiş geri kalmış bir toplumdan ibarettiler” gibi bir oryantalist bakış açısıyla ileri sunulduğunun farkında olursak, Balkan coğrafyasının ve Balkan halklarının ne denli önem arz ettiklerini ve bu stratejik konumda bulunan coğrafyanın bizim için ne gibi anlamlar taşıdığını daha net kavrayabiliriz.
Osmanlı’da devlet anlayışı ve yönetim mekanizmaları tam da bu karmaşık coğrafya üzerinde belirli bir düzen inşa etme meselesine uygun bir yapıdaydı. 500 küsur yıl Balkan coğrafyasında barış ve huzur içerisinde hüküm sürecek olan Osmanlı’yı diğer Avrupalı devletlerden ayıran özellik neydi? Henüz 1352 yılında Orhan Bey zamanında Çimpe kalesini alarak Balkanlara ilk adımını atan Osmanlı Devleti neyi farklı uygulamıştı? Osmanlı Devleti 1361’de Edirne’nin fethini gerçekleştirdiğinde Balkan coğrafyasına yabancıydı. Dolayısıyla bu karışık yapı içerisinde nasıl bir yönetim anlayışı benimseyecekti sorusu açıkçası uzun yıllar sancağını dalgalandıracağı Balkanlar için önemli bir soruydu. 1453 yılında gerçekleşen İstanbul’un fethi ve Yavuz Sultan Selim’in yoğun doğu siyasetinin akabinde Kanuni Sultan Süleyman’ın Avrupa içlerine dek uzanacak Batı eksenindeki Balkan siyaseti, Osmanlı Devleti’ni yeni bir düzen inşa etme konusunda olumlu yönde pekiştirmişti. Osmanlılar, Balkanlara geldiklerinde coğrafyadaki yönetim tarzlarının genleriyle pek fazla oynamadılar. Bu nedenle yeni bir devletin hegemonyası altına giren Balkan halkları esasında bu köklü ve derinden değişimi pek fazla hissetmeden kolayca uyum sağladılar. Tabi Balkanlar dendiğinde akla yalnızca Müslüman halklar gelmemelidir. Zira burada Hristiyan ve Yahudi dinine mensup insanlar da yaşamlarını sürdürüyorlardı. Dolayısıyla Müslüman bir yönetim altında yaşamlarını 500 küsur yıldan fazla idame ettirmeleri her şeyden önce Osmanlı Devleti’ndeki yönetim erkinin başarısıdır. 14. yüzyılın ikinci yarısına değin indirgenebilecek Balkan macerası 16. yüzyıla gelindiğinde artık oturmuş kurum ve müesseseler tarafından idare edilen stratejik ve gelişen bir coğrafyayı ifade etmekteydi.
Diğer yandan 20. yüzyıla gelindiğinde ise artık Avrupa için Balkan imgesi net bir tanıma kavuşmuştu. Avrupalılar artık Balkan coğrafyasını yalnızca coğrafi olarak değil aynı zamanda fikri olarak da Doğu olarak tanımladılar. Bu, Balkan coğrafyası için önemli bir kırılmayı teşkil etti. Nitekim 20. yüzyıl içerisinde dünyanın yaşadığı iki büyük savaşın en kritik sancıları bu coğrafyada yaşandı. 1914-18 arasında en çok yıpranan bölgelerden biri olan Balkan coğrafyası 1939-45 arası dönemde de oldukça yıpratıcı süreçlerden geçti. Kısacası Balkanlar iki kıta arasındaki geçiş güzergâhı olması hasebiyle daima büyük politikalar arasında sıkışıp kaldı. Balkanlar üzerinde oynanan etnik kimlik oyunlarına değinmek bu noktada faydalı olacaktır. Yukarıda da bahsettiğimiz üzere coğrafya kavmi bir çeşitlilik arz ediyordu. Bu nedenle Balkanlar üzerinde oynanacak bir oyunda tercih edilecek ilk şey mevcut etnik yapılanma oluyordu. Rusların Panslavizm politikalarını bu bağlamda değerlendirebiliriz. Öte yandan Avrupa’da filizlenen ulus devlet modelleri yine Balkanlarda büyük bir sıkıntıyı meydan getirdi. Osmanlının gücünün zayıflaması ile birlikte ayrılıkçı fikirler etrafında toplanan kirli ittifaklar Balkanlar üzerinde böl, parçala, yönet anlayışını benimsediler ve bu bağlamda bugün Balkanlarda mevcut olan sınır problemlerini ve küçük devletler halinde kümelenmiş etkisiz bir Balkan coğrafyasını meydana getirdiler.
Bugün Türkiye Cumhuriyeti, Balkan coğrafyası üzerinde, tıpkı dün olduğu gibi yine hassasiyetle projeler meydana getirmektedir. Zira 500 küsur yıllık bir mirasa sırt çevrilmesi açıkçası büyük bir hezeyan olurdu. Bu nedenle Balkanlardaki Türk kültür mirasını yaşatmak ve Balkanların geninde bulunan Osmanlı yönetim anlayışı ve ahlakını tekrar diriltmek hiç şüphesiz bizim görevimizdir. Her ne kadar önceki dönemlerde gereken ilgi ve alaka gösterilmemişse de Balkan coğrafyası ile olan bağlarımız tıpkı Anadolu ile olan bağlarımız kadar kuvvetlidir. Bu nedenle bölgedeki Türkler ve Müslümanlar ve tabi bunun yanında Hristiyan olsun, Yahudi olsun bütün halklar yine himayemiz ve Balkanlara verdiğimiz güvencenin huzuru içindedirler. 1402 yılındaki Ankara savaşının ardından baş gösteren ve tam 12 yıl süren fetret döneminde Balkanlar nasıl Osmanlı Devleti’ni ayakta tutmuş ve devletine bağlılıkla hizmet etmişse bugün de Türkiye Cumhuriyeti, Balkan coğrafyasının daima yanında ve hazır durumdadır. Balkanların Osmanlı’ya ait olduğu ve halen Osmanlı Devleti’nin maneviyatını taşıdığını söylemeliyiz. Bugüne kadar hiçbir hayra vesile olmamış ve coğrafyaya kan kusturmuş olan Batı dünyasının üvey evlat muamelesi yaptığı Balkanlar halen Türkiye Cumhuriyeti’nin manevi sınırları içerisindedir. Çok dilli, çok dinli, çok uluslu bir coğrafyada asırlarca hüküm sürmek ve yönetimi idare etmek ancak bizim tarihimizde var olan ve ancak bize yakışır bir niteliktir. Dolayısıyla Balkanların ve Balkan halklarının zihnindeki Osmanlı Devleti yönetimi altındaki zamanlarda sürdürdükleri huzur dolu yaşam özlemini bugün görebiliyoruz.
“Ne Osman Paşa’lar Pilevne’yi terk eder ne de Tuna, Türk’ün sesini duymadan akar.”
Bir yanıt bırakın