YAŞKEN EĞİTİLEMEYEN AĞAÇLAR

YAŞKEN EĞİTİLEMEYEN AĞAÇLAR

Vildan SERDAR
Araştırmacı – Yazar

“Oku!”  Bunu ben söylemiyorum. 18 bin âlemin Yaratıcısı söylüyor. Bize emrediyor…

 

Bir seher vakti melek elçisini, O insan elçisine gönderdi! Hira dağında inzivaya çekilen kullarının içinden seçtiği o özel ve güzel kuluna. On beş asır önceydi…

 

Niçin gönderdi?

 

İnsanoğlunu cehaletten kurtarmak için. Peki, aradan geçen onca yüz yıl insanoğlunu cehaletten kurtarabildi mi? Hayır! Çünkü okumadılar!

 

Bazıları anlamadan okudu! Bazıları hiç okumadı… Oysa; “İlimsiz din; topal, dinsiz ilim kördür” der Allah’ın elçisi. “Kadın erkek her müslümana ilim öğrenmek farzdır” diyen yine Allah’ın elçisi. “İlim Çin’de dahi olsa alınız” diyen yine O…”

 

İçinizden geçenleri biliyorum. “Bizler çocuklarımızı okutuyoruz. Hiçbiri cahil kalmıyor ki” diyeceksiniz.

 

Okullar yeterli değil ne yazık ki! İyi bir eğitimciye rastlamak çocuğun dünyadaki en büyük kazancı. Ama her çocuğun kaderinde bunu bulmak zor. Ahlâk, erdem, saygı, maalesef bitmiş, bitirilmiş. Anne babasının üzerine titreyerek iyilik tohumları ektiği, güzel terbiye verdiği çocuklar bile okula başlayınca bozulabiliyor. Benim kızım dilenci çocuklarıyla aynı sıralarda okumak zorunda kaldı. Ve okul öncesi hiç duymadığı nice çirkin sözleri, ağza alınmayan küfürleri hep okulda öğrendi. Okuldan eve geldiğinde o ne demek, bu ne demek diye sorardı. İşte bu sebeple ailede verilen eğitimin önemi çok fazla. Temel sağlamsa bina kolay kolay çözülmez.

 

Dinî ve Millî kültürümüz son derece önemli. Bu iki unsuru koruyamazsak bu topraklardaki varlığımızı kaybederiz. Geçen yıllarla beraber çocuğun yapısı nice sarsıntılar geçirir. Ama temeline döktüğümüz harçlar, en kaliteli malzemelerle doldurulmuşsa o bina yıkılmaz? Japonların 9 şiddetine dayanıklı inşa ettiği yapılar yıkılıyor mu? Bu noktada anneye ve babaya çok çok çok büyük görevler düşüyor, öyle yapmacık değil!

 

Burada (Batı Trakya’da) Yunan okullarına gönderdiğimiz çocuklarımız da var. Onlar zaten bir kimlik arayışında… Kendini bulamıyor, başka dili konuşan başka dinden olan arkadaşına ayak uydurmaya çalışıyor. Ben bu masum evlatlarımıza kayıp nesil gözüyle bakıyorum. Ve bu beni gerçekten üzüyor. Değil 20-30 yıl sonrasını 10 yıl sonrasını dahi hayal edemiyorum. Batı Trakya Türk Toplumu diye bir toplum kalacak mı acaba?

 

Sabahları yürüme alışkanlığım var. Yunan lisesinin önünden geçiyor yolum Şapçı’da. Köylerden otobüsler öğrenci yüklü geliyor ve sürüler halinde okula akın ediyor öğrenciler. Üzerleri başları son derece modern ve temiz giyimli olan bu evlatlarımızın yüzlerine bakıyorum. Tomurcuklanmış da açmaya başlayan güller kadar güzel. Körpecik, tertemiz. İçimden onlarla konuşmak, bu toplum için ne kadar önemli olduklarını söylemek, hatta sarılmak, onları ne kadar çok sevdiğimi söylemek, dualarımda günde beş defa yer aldıklarını anlatmak geliyor. Selam veriyorum. Günaydın diyorum. Hangi köyden olduklarını merak ediyorum. Ama çoğu zaman, duygularımı ifade edecek selam verecek o zemini bulamıyorum. Öyle küfürler işitiyor ki şu kulaklarım, yerin dibine geçesim geliyor. Başımı diğer tarafa çeviriyorum. Nereye bakacağımı şaşırıyorum.

 

Bu çocuklar bizim ya! Bizim bir parçamız onlar. Olmazsa olmazlarımız. Nasıl bir nesil yetiştiriyoruz böyle!

 

Hangi hoyrat eller; kaktüsler, dikenler dikti bizim ciğer parelerimizin tertemiz dimağına! Utanmamayı, sıkılmamayı hangi kültürler öğretti! Biz ki burnunu göstermekten hayâ eden eli öpülesi ninelerin torunlarıydık! Ah üstad Necip Fazıl…

 

“Burnunun ucunu göstermekten hayâ ederdi süt ninem

Kızımın gösterdiği kefen bezine mahrem…”

 

Derken ne acılar çektiğini şimdi anlıyorum!

 

Gözümüzün nuru çocuklar… Gönlümüzün süruru çocuklar. Hayatımızın en değerli varlıkları… Onlara Allah sevgisini, erdemi, ahlâkı, büyüklerine saygıyı öğretmek bize düşüyor. Okula güvenmek bizi aldatmasın.

 

Peki sadece biz mi? Evet %90 biz. Biz anneler… Biz onun model aldığı yegâne kişiyiz, özellikle ilkokul öncesi. İlkokul sürecinde de bu böyle. Daha sonra ipler gevşiyor. Daha da sonra tamamen kopuyor, ne kadar üzücü… Çocuk sabah çıkıyor, akşam geliyor eve, otele gelir gibi… Yok kurslar, yok arkadaş grupları derken, bizden daha yoğun oluveriyorlar. Ne yazık ki…

 

12 yaşına kadar bütün hünerimizi çocuğa iyi bir model oluşturabilmek için sergilemek zorundayız. Uzun kış gecelerinde onu bilgisayarı, tableti veya cep telefonuyla başbaşa bırakmak onu manen öldürmek demek. Onun okulda olduğu saatlar kendimize harcadığımız zaman olarak yetmez mi? O eve dönünce bizim görev saatimizin en önemli zaman dilimi başlamıştır. O, elimizde bir oyuncak hamurudur adeta. İstediğimiz gibi şekil verme yetkisi bize aittir. Veremiyorsak tüh bize, yazık bize!

 

Eğer o en çok sevdiğimiz varlığa cep telefonu almayarak dünyanın en büyük iyiliğini yapmışsak, çocuğumuz televizyon izlemek isteyecektir. Masum bir çizgi filmin başka kültürleri çocuğumuzun bilinçaltına empoze etmekten başka zararı yoktur! Mesela çok basit bir örnek: Tom ve Jeri. Pamuk ve fındık değil! Hakim kültür bize kendi ideolojilerini empoze ede ede artık onları adeta benimsedik. Kendimizden bir parça olarak görmeye başladık.

 

Acaba çocuğumuza bize ait değerlerden bahsettik mi? Bizim olan halk hikayelerini anlattık mı?  Hz. Ali’nin kahramanlık öykülerini, Battal Gazi’yi, Alperenleri, Saltuk Buğra’yı… Daha da önemlisi Hz. Muhammed’in destandan daha destan ömrünü, başka peygamberlerin hikâyelerini…

 

Ayşecik-Fatmacık masallarını size de anlatırlardı muhakkak. Ayşecik iyi karakterdi Fatmacık kötü karakter. Hatırlamaya çalışın. Ben küçükken bu masalın adamakıllı etkisinde kalmış olacağım ki, kızım doğduğunda onun ismini Ayşe koymak için istedim. Halbuki aile büyüklerimizden Fatma ismini taşıyan vardı. Ve belki de Fatma ismi daha münasipti. Ama bana itici geliyordu, ısınamıyordum. Sonuçta kızımızın adı Ayşenur oldu. Fatmanur olmadı. Ben yıllarca sevgili peygamberimizin kızının adını koyamadığım için sorguladım kendimi. Artık çözdüm. Tamamen masaldaki etkisinden dolayıydı.

 

Bu sebeple sevgili okuyucular, genç anne-babalar, çocuğumuzu ekran karşısında veya cep telefonunun insafsız esaretinde kaderiyle başbaşa bırakmayalım. Hayatımızın bu büyük hatasını yapmayalım. Unutmayalım ki, onların güllerle, sümbüllerle, menekşelerle süsleyemediğimiz gönül bahçesini, biz hiç farketmeden anlayamadan, günlük işlerimizin koşturmacalarında boğulurken birileri, zehirli otlarla, yaban dikenleriyle, ısırganlarla doldurmasın! Sonra artık her şey için çok geç kaldığımızda o bahçeyi tımar etmek için ne zamanımız ne de zeminimiz olacaktır. Fırsat kaçmıştır. Bizim diktiğimiz, bizim bin bir emekle yetiştirdiğimiz meyveleri başkaları toplarken içimizin sızlaması da bir şeyi değiştirmiyecektir. Gözyaşları mı? Hiç mi hiç işe yaramayacaktır. Merhum Mehmed Akif ne kadar dokunaklı söyler dizelerini:

 

“Gözyaşı neye yarar neden ter dökmediniz?”

 

Neden ter dökmedik? Dökmüyoruz? Neden zaman ayırmadık? Hazinelerin en değerlisi değil miydi O?

 

Değilmiş demek ki… Sadece sözdeymiş sevgimiz. Sonra ahh, sigaraya alıştı! Ahh, uyuşturucu belasına bulaştı!

 

Üniversite bitirmiş gençler tanıyorum, nezaketten, merhametten yoksun. Üstelik cahil. Aklım almıyor. Bir tek şeyi öğrenmiş. Daha az yorularak nasıl daha çok para kazanabilirim? Ne dünyanın gidişatı umurunda ne vatanın. Arakan’da katledilen masumlar için yüreği sızlamıyor. Yemen’de açlıktan can verenler için üzülmüyor! Suriye’dekiler hiç umurunda değil! Kudüs davası onu ilgilendirmiyor. Doğu Türkistan’da 30 milyon Uygur Türkünün Çin zulmü altında eritildiğinden haberi bile yok! Varsa yoksa nasıl daha çok param olur? En güzel evde nasıl oturabilirim? Lüks arabalara ne zaman binebilirim, zikirleri fikirleri… Bu çocuklar bizim mi? Bu tüketim sevdasına bu kadar tutku neden? Marka sevdası, giyim çılgınlıkları… Kapitalizmin bizi esir almasına nasıl bu kadar izin verebildik!

 

Her sabah en büyük derdimiz bu gün ne giyeceğim? Ne giymeliyim ki, bugün arkadaşlarımın içinde parlamalıyım?  Filanca var ya, her gün değişik giyiyor. Onu geçmeliyim! Ben ondan daha pahalısından daha güzelinden giymeliyim. Benim neyim eksik! Baba çalışmaktan evi göremesin, evlatlarını dizine bile alıp sevemesin!  Hep para yetiştirmeye çalışsın tüketicilere. 10 çift ayakkabı var dolapta, bir yenisini alalım güzel giyiniyor desinler diye! Sırf desinler diye! Modalar, markalar sömürsün bizi. Hep onlara çalışalım. O dökülen terlerin, tükenen emeklerin, ağıran saçların hiç değeri yok! Yeter ki, biz tüketim çılgınlığında başı çekelim ve bizi parmakla göstersinler!

 

Bir arkadaşımın kızı üniversiteyi Selanik’te okuyacaktı. Anne kolları adamakıllı sıvadı. Niçin mi? Gösteriş için, desinler diye! Ve, dediler diye o şimdi dünyanın en mutlu annesi mi oldu?

 

Bize ne oldu böyle! Hayatın gayesi bu değil! Yemende her 10 dakikada bir çocuk açlıktan ölüyorsa, Kara Afrika’da her 18 saniyede bir bebek hayatını kaybediyorsa bunları görmezlikten gelme lüksümüz olamaz! Müslümanız biz! Dağdaki aç vahşi hayvanları bile düşünerek soğuk karlı günlerde dağlara yiyecek taşımış bir ecdadın torunlarıyız. Komşusu açken tok yatmayanlarız biz! Hesap günü, aldığımız her nefesin hesabını verecek Muhammed ümmetiyiz biz!

 

Can parçalarımız yavrularımız “Lâ ilahe illallah” cümlesini öğrenir ya ilk önce. İşte o zaman bembeyaz olan kalbi, bembeyaz olan beyni merhamet doludur kudretten. Bir hayvancağızın acı çektiğini görse ağlar o masum. Keşke öyle kalabilse!

 

İnsan yetiştirelim. Kamil insan. İyi insan. Yaratıcısını tanıyan, yaradılanı seven, bilgili, görgülü, başarılı insan. Allah’ın elçisini kendisine rehber kabul eden mü’min evlat…

 

Hz. Ömer halifelik günlerinde bir gün yanındaki yoldaşlarına sorar, çok paranız, imkânlarınız olsa hayatta ne yapmak isterdiniz?

 

Herkes bir şeyler söyler. Biri şehrindeki bütün fakirleri doyuracağını, diğeri, her tarafa çeşmeler inşa edeceğini, bir diğeri cami yaptıracağını, vs. Her biri farklı bir hayır yolunda servetini tüketeceğini anlatır. Ve susarlar… Sonra sorarlar:

 

-“Peki” derler, “Eyy Emir-el Mü’minin, siz ne yapardınız?”

 

-“Ben insan yetiştirirdim”, der o büyük insan…

 

İslâm tarihi onun ibret dolu hikâyeleriyle doludur. “Süte su katmayan kız”, “Beytül mal’a ait mum”, “Medine sokaklarındaki gece nöbetleri” sadece bir kaçıdır. Çocuklarımız bunları biliyor mu arkadaşlar? İslâm kahramanlarını öğrettiniz mi onlara? Yoksa dizi kahramanları Pokemonlar, Örümcek adamlar vs. lerden yer kalmadı mı?

 

“Kim der ki, çocuk küçük bir şey. Belki de çocuk en büyük şey…” Allah’ın emaneti onlar bize! Emanete ihanet edersek eğer, vay halimize ki, ne vay…

 

Eğer üç ay sonrasıysa hedefimiz domates yetiştirelim! 5 yıl sonrasıysa meyve ağacı dikelim! Ama yüz yıl sonrasını hedeflersek insan…

 

Artık onunla yan yana oturup tv mi izleyeceksiniz, yoksa onunla beraber kitap okuma geceleri mi düzenleyeceksiniz? Siz karar verin!

 

Japonlar, İngilizler, Almanlar; arabada, otobüste, trende, evde, tatilde hep okur, okur. Kalabalık hızlı terenleri kullanan bizim insanımızın elinde kitap görmek için boşuna yorulurum. 7’den 70’e herkesin elinde bir oyuncak. Kiminle konuşup yazışırlar bu kadar, ne dertleri vardır da bitmez bir türlü?

 

Biz oyuncaklarımızla oyalanırken çocuklarımız çıkmaz sokaklarda kaybolmasın. Okula güvenip de çiçeklerimiz solmasın…

 

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*