Hicret ayrılmak, terk etmek manasına gelen “hicran” (hecr) mastarından türemiştir. Her hicretin derûnunda saklı bir hicran vardır. Hicran, ayrılık ve gurbetin insanda bıraktığı onulmaz, unutulmaz bir acı ve hüzündür. Yurdundan ayrılmak zorunda kaldığı hicret esnasında Allah Resûlü’nün (sas) dilinden dökülen şu sözler hicretin hâlet-i rûhiyesinin tasviri gibidir: “Ey Mekke, vallahi sen Allah katında yeryüzünün en hayırlı ve bana sevimli gelen yerisin. Vallahi eğer buradan çıkmaya mecbur bırakılmasaydım, senden ayrılmazdım.” Fakat uğruna candan cânandan, maldan mülkten geçilen, daha yüce davalar için yapılan fedakârlıklar, çekilen sıkıntılar insanı olgunlaştırır, derinleştirir ve sonsuzluğa açılan yelken olurlar. Bağrına bastığı Balkan hicranı Yahya Kemal’e şu mısraları söyletir mesela: “Hicretlerin bakıyyesi hicranlı duygular…/Mahzun hudutların ötesinden akan sular,/Gönlümde hep o zanla berâber çağıldadı,/Bildim nedir ufuktaki sonsuzluğun tadı!”
Hicret sıradan bir göç değildir. Özelde Hz. Peygamber’in Mekke’den Medine’ye göçünü ifade eden hicret, genel olarak iman ve vatan ile İslâm ve millet davası uğruna evini, barkını, yurdunu terk etmek anlamına gelir. Bu manada Balkan göçmenlerine Trakya ağzında “muhacir” anlamında kısaca “mâcır” denildiği malumdur.
Arapça’da “şehir” anlamına gelen ve müdûn köküne dayanan medîne isminden son dönem Osmanlı Türkçesi’nde türetilen, “medeniyyet” kelimesi, kök itibariyle “yönetmek” ve “mâlik olmak” anlamları da bulunan deyn/dîn masdarıyla irtibatlıdır. Medenî ve medînî ise “şehre mensup olan, şehirli” mânasına gelmektedir. “Civilisation” teriminin modern Batı düşüncesi içinde kazandığı anlamları karşılamak üzere son devir Osmanlı Türkçesi’nde medeniyyet kelimesi kullanılmış, modern Arapça’da ise bu mana daha ziyade “hadâre” kavramıyla ifade edilmiştir.
Peki hicret veya göç ile medeniyetin alakası nedir? Yesrib’in Medine’leşmesinin eşiği hicrettir. Mekke’de İslâm bir “din ve itikat/iman” olarak teşekkül ettiyse de henüz İslâm’a intisap edenlerin oluşturduğu cemaat/topluluk anlamında bir “millet ve ümmet” ile bu milletin sözünün geçtiği, İslâm hayatının, ahlak ve hukukunun tatbik edildiği saha mânasında bir “vatan yani dârülislâm” teşekkül etmiş değildi. Aslında hicretin belki de en mühim gaye ve hikmetlerinden biri burada saklıdır. Yani hicret imanın vatanla, dinin milletle taçlandırılması ve tamamlanması davasıdır. Zira hicretle, İslâm dini, aynı zamanda bir millet ve vatan (dârülislâm) olarak varlık kazanmak suretiyle cesâmet kazanarak tekemmül etmiştir. Kıblenin, hicretin akabinde Mescid-i Aksa’dan Mescid-i Haram’a çevrilmesinin hikmetlerinden biri de bu olsa gerektir. Zira asırlar boyunca, İslâm vatan ve milletinin mümessili olan, bir adı da darusselam/darulislam (Jerusalem) olan Kudüs’ün bu mirası böylece Son Peygamber’in (sas) ümmetine devredilmiş oluyordu. Hicretten sonra Yesrib “tedeyyün” ederek “temeddün” etmiş ve Medine olmuştur. Bu manada İslâmî anlayışta tedeyyün ile temeddün asla birbirinden ayrı düşünülemez; temeddünün yani medenileşmenin öncelikli manası, İslâm’la müşerref olan fertlerin bir İslâm toplumu/milleti oluşturmaları ve yaşadıkları mekânı da İslâm yurdu/vatanı kılmalarıdır.
Gerek genel olarak İslâm gerekse klasik Osmanlı düşüncesinde bugün temeddünün esası tedeyyün olarak görülmüştür. Temeddün veya medenileşme davasının esası bir toplumda veya bir şehirde Allahu Teâlâ’nın adının yüceltilmesi, dinî, ahlakî inançlar ve değerlerle yoğrulmuş bir İslâm toplumu ve bu değerlerin vücut verdiği bir şehir imar ve inşa çabasına dayanıyordu. Özetle müslümanın tasavvurunda hicretle beraber anılan Medine’leşme veya medenîleşme, tedeyyünden temeddüne, imandan vatana, dinden millete, yurttan vatana, kavmiyetten millete doğru bir tekemmül ve tekâmül süreci ve böylece topyekün bir İslâmî hayatın, kültürün ve şehrin vücut bulmasıdır.
Pek tabiidir ki bugün evrensel diye bütün insanlığa dayatılan medeniyet de Batı’nın kendi dini, felsefi ve tarihi macerasının bir hasılası ve tecessüm etmiş şeklinden başkası değildir. Batıda ilk defa Fransa’da, Fransız İhtilali yıllarında kullanılmaya başlayan, Akademi sözlüğüne 1835’te giren medeniyet (civilisation) kavramı, İslâmî anlayıştan bambaşka bir muhtevaya sahiptir. Buna göre medeniyet, insanlığın parlak bir geleceği, izleyeceği tek yol olarak görülmekte ve onu yaratmak ve yaymanın Avrupa’ya, hatta Fransa’ya mahsus olduğu düşünülmektedir. Medeniyet Avrupalı milletlerin XIX. yüzyıldan itibaren ulaştığı ve aynı zamanda insanî gelişmenin zirvesi olarak takdim edilen gelişme ve yetkinliği ifade etmektedir. Tarihteki diğer medeniyetler insanlığın ancak bu nihaî aşamaya ulaşmak için kat ettiği yoldaki uğraklardır. Buna göre medeni olmak, modern olmak ile Avrupalı olmak, Batılılaşmak ile özdeşleştirilir. Aynı zamanda Batı sahip olduğu bu üstünlük tasavvuruyla kendi dışındaki toplumları medenileştirme misyonunu meşrulaştırır. Katolik misyonerlerin de katılımıyla bu yüce dinî ve medenî misyon aynı zamanda sömürgeleştirmenin ve emperyalizmin gerekçesi yapılır. Nasıl ki İslâmî anlayışta tedeyyün ile temeddün birbirinden ayrı düşünülemiyorsa Batılı tasavvurda da medenileştirme ile sömürgeleştirme ve emperyal hedefler ayrı düşünülemez. Modern dönemde revaç bulan bu parlak medeniyet söylemi, çoğu zaman savunmacı bir yaklaşımla, müslümanların da kendi tarihlerine medeniyet perspektifinden bakmalarına vesile olmuştur ki, bu yeni söylemin zaafları ayrıca ele alınması gereken bir meseledir.
Balkan göçlerine baktığımız zaman her daim, esasında hicrette olduğu gibi iman ve İslâm merkezli bir vatan ve millet davasını görürüz. Aslen Anadolu Türkü olup Balkanları İslâm vatanı (darulislâm) kılmak üzere oraya hicret eden de, orayı asırlarca vatan kıldıktan sonra, Balkan toprakları üzerindeki Müslüman/Türk hakimiyeti elden çıkınca, dinini kültürünü daha iyi yaşamak kaygısıyla tekrar muhacir olarak anavatana, Anadolu’ya göçmek zorunda kalan evlad-ı fatihân da, Balkanların yerli kavimlerinden olduğu halde sonradan Türk/Müslüman kimliği kazanıp kazandığı bu kimlik uğruna öz vatanını terk ederek Anadolu’ya göç eden Balkan muhaciri de İslâm, iman, vatan ve millet davasıyla hicret etmiştir. Meselâ 1990’lı yıllarda Bulgar hükûmetinin uyguladığı asimilasyon politikası sebebiyle Türkiye’ye göç etmek durumunda kalan bir Müslüman kadının TRT spikerinin, “Niçin Türkiye’ye geldiniz?” sorusuna verdiği cevap bu bağlamda kayda değerdir: “Türkçe isim taşıyamadıktan, erkek çocuğumu sünnet ettiremedikten, Ramazan ve Kurban Bayramını kutlayamadıktan sonra öleyim daha iyi”. Hatta ister Anadolu’dan gelmiş olsun ister Balkanların yerli kavimlerinden olsun her şeye rağmen asırlar boyunca vatan kılınmış Balkan topraklarını terk etmeyen, hali hazırda burada tarihî mirasa sahip çıkmak, ezanı dindirmemek üzere bir umudu yaşatan ve bu umutla Balkanlarda gurbet içinde yaşayan müslümanlar dahî aynı davayla her türlü zorluğa sabırla direnmektedirler.
Türkiye’nin tarihte uyguladığı mübadele siyasetine baktığımızda, gerek anavatana kabul edilecek gerekse buradan gönderilecek unsurlar belirlenirken esasın herhangi bir kavmiyet değil, Müslümanlık olduğunu müşahede ediyoruz. Zira biz Müslümanlar, bahsi geçen vatan, iman ve hicret davalarında gerçekten samimi olup, rızasını gözetenlere Allah Teâlâ’ın, aynı asr-ı saadetteki ensar ve muhacir gibi ebedi nimet ve saadet vaadine inanırız. İslâm ve iman esaslı bu vatan ve millet davasına karşı, bilhassa son yüzyılda Osmanlı/Türk/İslâm düşmanları tarafından geliştirilen bir kavmiyetçilik, ırkçılık davası görüyoruz. Meselâ son yıllarda kavmî kimliğini millî/dinî kimliğinin önüne geçirmek üzere daha ziyade dış destekli Boşnak, Pomak, Arnavut, Roman vs. isimli kimi federasyon ve birliklerin, gerek yurt içinde gerek Balkan ülkelerinde gerekse Avrupa’daki ayartıcı söylemlerine bazı unsurların gâfil avlandıklarına üzülerek şahit oluyoruz. İster kavmî ister dünyevi ister pragmatik bir takım gerekçelerle olsun, bahsi geçen mesele vatan, iman ve hicret davasını unutmak, O’nun ahdinden dönmek ve vaadinden mahrum kalmak manasına gelecektir.
Modern dönemde, Batı’daki civilisation kavramı karşılığında kullanılan ve son dönem Osmanlı Türkçesinde üretilen, temeddün ve kültürle irtibatı koparılmış evrenselci bir medeniyet tasavvuru ile yerli yerince hesaplaşmadan kullanılan “İslâm medeniyeti”, “medeniyetler ittifakı” gibi söylemlerle bizim, Medine’yi, medenileşmeyi, hicreti, kendimizi, Batı’yı anlamamız ve medeniyetin bize kurduğu tuzakları fark etmemiz zor görünüyor.
Bir yanıt bırakın