Tarih bilgeleri, Balkan zulmünü olduran kahırların önceki asrın bütün dokularına sızdığını söylerken usumuzun iklimlerine mirasın son halinin uyuyan hüzün olduğunu kulağımıza fısıldar, yitik vicdanlarımızda bu haliyle yer eder durur. Kimi Bulgar, kimi Yunan, Sırp ya da Makedon bin tür isimli şerikleriyle başlatılan Balkan muhârebeleri vahşetleri, bu kez yüzyılın ortalarında kâh Sofya radyosundan kâh Tiran, bazen Üsküp’ün mazlum tepelerinden bu defa Ebu’l-Feth’in ilk gördüğünde ‘ne de güzel, saray gibi ova’ hayranlığında ad verdiği Bosna semalarına inerek bilge kralın sesinin örtülmesine dönük ölümler olarak asrın sonlarında tünellerde ve yanı başındaki hava meydanında; ne tür bin bir hikâyenin hayatların yaşandığı evlerin camiye ve çocuk parkına dönük yüzlerinde, doksan iki’lerin âsumanında asılmış haliyle sürmektedir.
Yakın tarihte Balkan yangınının zulümlere evrilmiş hali Saraybosna yakınında ziyaret ettiğimiz Visegrad nam beldede, Alçak Ülkeler’in subayının Hırvat vahşileri işbirliğinde köyün erlik silâhlarının yenileriyle değiştirileceği yalanıyla kandırılıp caminin içine mahpus alındıktan sonra ateşe verilmesiyle şehid edilen yüz civarında Boşnak Müslüman adına dikilen, önünde isimlerini okumaya çalıştığımız anıt ile billurlaşırken biz geride bıraktıkları yetimler arasında alabildiğine mahcub, olanlardan habersiz gözlerimize vurduğu deniz renkli nokta bakışıyla, olanları ürkek ve yabancı gözlerle izleyen dört yaşlarında sarı saçlı Boşnak kız çocuğunun, bilseniz ki yarı intizar saçan nazarları altında ezildiğimiz ölüme eşdeğer ikinci bir yangını, ne tahammülü ne izahı olamayan bir acı olarak yâdımıza almakta idik.
Yeniimâret’den komşumuz Ayşe Hanım yaz güneşinden sığındığı evinin önündeki gölgenin altında bir yerde sol dizini yukarıya diker bir elini şakağına dayadığı asra yakın yılların vurup eskittiği yüzünde, birikmiş hatıralarının bıraktığı topraklarının özlemi ve muhâcir geldiği memleketinin hasret çilesini yangına dönmüş edalarda yüklenmiş görüntüyle yansıyan Balkan göçmeni doksanlık ninemiz… Önünden her geçtiğimde verdiğim selâm sesime ‘sağ ol evlâdım iyiyim’ diye karşılık verirken birikip ağırlaşmış yüküme bir zamandan beri artık duymayan bir çift kulak da bir başka ağırlığı ile bilmem kaçıncı kez hüzün olup içime üzerime çökmektedir.
Mehmed Ali ile İlay’ın Emine Işınsu’nun can verdiği Çiçekler Büyür’ünde o yılların Bulgar karanlıklarının ne tür Belene belâları travmalarına ve süreklerine yüklü olacağının kestirilebileceği kahırlar da aynı kıvamda Balkanlar’la tanışmamın ilk basamaklarını oluşturmuştu çocukluğumda anne ve babamın anlattıkları ve diğer okumalarımla. Toprağında izzet bulunan insan tîyneti yine aynı naturaya sahip insana bu dozda eza etme mecburiyetini nereden alabilir diye soruşturduğum devirlerin üzerinden yıllar aşar, usum akar usludan inceye iken, nasıra kalkmış elleriyle gül kokan anneler gelecek tasalarına boğulur, temaşa ettikleri bebelerinin yüzlerinin yükünü üstlenmiş halleriyle hep ağır bir hüzün okunurdu secdeli yüzlerinde. Usuma aniden beliren Edirneli sararmış bir arşiv fotoğrafından yıllar sonrasında karşı yakanın sınıra yakın karakolunda nöbet tutan Türk askerinin kuleden minarelerini gördüğünü anlattığında hemşehrilerince nasıl kutsandığı halk ağzından rivayet olunan Selimiye avlusunda tüfekleriyle poz vermiş bir manga Bulgar askeriyle diğer bir mezâlim ölüm biçtiği dedelerime son abdestlerini aldıran halleri ile boy gösterdi. Toprağıma, kitabıma, dinime, ırzıma kudurmuş edalarla saldıran iki etaplı Balkan savaşı boyunca bata çıka yürümeye çalıştığı çamur ile özdeş, bir eliyle kundaktaki bebeğini diğer eliyle gütmeye çalıştığı üç parça eşyasının bulunduğu öküz arabasıyla savaşarak hayata tutunmaya çalışan dik başıyla bir anne beni bir başka yerimden vurmaya çalışır. Demem o ki Balkanlar yâdımıza düştüğünde hep kurşun renkli sağanaklar altında olurum.
‘Yedi esir zâbiti tabancamla alınlarından birer birer vurdum. İçlerinden birini aç susuz bırakarak her gün bir kolundan, bir gözünden mahrum ettim. Nihayet dün ayaklarını testere ile biçerken geberdi. Otuz dokuz neferi bataklığa attırdım. Ya Rabbi bunların boğulurken kurtulmak için çırpınmaları ne kadar eğlenceli! Biri boğuk boğuk bağırıyor, zıplıyor fakat tekrar batıyor kayboluyor. Çamur, nefeslerinden kaynıyor, bir diğeri su yutunca istimdâda başlıyor. Boğuk sadâsıyla beraber ağzından çamur püskürtüyor, o da birkaç dakika çabaladıktan sonra uslu uslu sazlıkların dibinde uyuyor. Hâin köpekler, Allah’ınızdan daha ne istiyorsunuz! Sizi cennete yolluyorum fena mı? Askerleri itlâf etmek güç değil fakat en ziyade münevver dimağları söndürmek istiyorum. Ondan sonra Türkiye, zulmet-i cehl içinde kendi kendine inkırâz eder. Onun enkâzından da büyük Bizans doğar. Alman ve Avusturya muhbirleri bu zâbiti gördüler, zaten tanıyorlarmış. Gayet cesur kahraman namuslu bir zâbit. Demek mutlaka gebertilecek bir domuz idi. Bunun için gece odasına gittim. Bir dost sıfatıyla konuşurken gâfil avlayarak bir kurşunla kafasını dağıttım ve hemen doktorlara, muhbirlere, konsoloslara namuslu erkân-ı harb zâbitinin intihar ettiğini ihbar ettim. Bu da oldu.’
Gazzeli Cemal’e ait 29 Eylül 1329 (12 Temmuz 1913, Selânik) tarihli, Bir Yunanlı Zâbitin Defter-i Hâtırâtından Kanlı Sahîfeler’inde anılan sözleri böylece Balkan idrâkinin zihnimde daha bir aydınlıklı anlam kazanmasının teyid edildiği vakitlere isabet etmekle kolay kavranabilecek bir çerçeveden uzak ufuklar oluşturma eylemlerinin fâilleri olarak karşıma çıkıyordu.
Yunan’a yağlı bir şikâr gibi görünen millet-i Osmânî’nin menba-ı feyyâzı ve bu ebedî hazinesinin kendileri için kurumakta olduğunu söyleyen zâbit, önceleri cülûs-ı hümâyûnda dükkânını kandiller ve bayraklarla süsleyip ne türlü sâdık Osmanlı muhibbi olduğunu gösterir, karşılığında onların muhabbet ve servetlerini çaldığından bahisle ‘işte ben yüzümdeki Osmanlı nikâbını yırtarak suratınıza fırlatıyorum. Türklere karşı ruhumda, fikrimde öyle bir adâvet hissediyorum ki bu âteş-i gayzı, kayalardan şelâle gibi Türk kanı aksa söndüremeyecek. Eza ederek Müslüman öldürmek bana da nasib olacak mı?’ sözleriyle Balkan’a değecek yakın geleceğin vahşetine işaret ediyordu.
Arınamamış teorisyenin ‘Bulgar kültürü doğru, Türk kültürü yanlış, böylece gereği olarak ikincisi önce temizlenmeli devamında yok edilmelidir’ zemini yaratma hamlelerinin çok değil otuz yıl sonrasına temellerinin atıldığı yılların başı.
Birden bir türkü mırıldanır olduğunu duydum annenin. Derinden alto hüzünlü bir seste Kırcaali’yle Arda arasında büyüklerin uygun görmediği aşkları adına deryayı geçemeyip boğulan iki âşık gencin türküsünde arkasında bıraktıklarına ağlayan ağıt bir süre sonra sesine de yüreğine de ağır gelerek sona eriyordu. Savaşın boğucu hicreti içinde hayatını bir tutumluk hayal ile süslediği bir yerden aldığı güçle oysa biraz öncesinde Drama köprüsü sözleriyle yeniden güç toplamaya çalışıyordu türkü tadında boş yere.
Anne kendini ölmemeye mecbur hisseden bir dirençle söylemeye çalıştığı Aman ölüm zalım ölüm üç gün ara ver ezgisini mırıldanmaya vakit bulamayıp Cennete alındığı günlerden yıllar sonra benim, adına hangi tür ihsan vurgulanmışsa içimde yakuta benzer lâ’l renginde lâlezar oluşan Balkanlı bir başka anne Dimetokalı Pakize hanımın kader arkadaşı olarak kalbimin en ağrılı yerine gömülü olarak çökerler.
Onları uğurladıktan sonra yalnız başıma Sofya’ya yolculuk yaptığım gecenin bir yarısında uyuya kaldığım otobüsün sarsıntısıyla kendime geldiğimde bir saniye öncesinde veya sonrasında uyanmış olsam göremeyeceğim panodan Bogomil köyünün varlığını fark ettim. Gözümün önünden rüzgâr hızıyla geçen panodaki isimden duyduğum şaşkınlık o tür bir heyecan vermiş idi ki Balkanlar’ın İslâmlaşmasında etkin Hıristiyan bir hareket olan konu üzerine okumalar yaptığım günlere denk gelen o an ‘buraya yeniden gelmeliyim’ mırıldanmaları altında şaşkınlıklar geçirmeme sebep oluvermişti. Hemen devamında ulaştığım Sofya caddelerinde dolaştığımız bir esnada ev sahibi arkadaşım önünden geçdiğimiz alabildiğine heybetli neo-klâsik tarihî bir binanın bizim için çok anlamlı olduğunu ifadeyle Deliormanlı İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü eski müdür ve hocalarından Ahmed Davudoğlu’nun Todor Živkov erkinde Bulgar’a geçdiğinde gizli istihbârat tarafından işkenceye alındığı bina olduğunu söylerken içimi bir korku ve ürpertinin kapladığını hissetmiş kendimi binaya Hoca ile birlikte alınır hisseder olmuşdum.
O an aklıma Bulgaristan’dan misafir Osman abi gelmiştir. Seksen iki’de Silivri Kavaklı’da imamlık yaptığım günlerin bir Ramazan ayı sonlarında bayramı akrabalarıyla geçirmek üzere geldiği köyde bir namaz çıkışı ikimizden başka kimsenin olmadığı cami bahçesinde bir yandan Bulgar’da olup biteni anlatırken diğer yandan anlam veremediğim etrafı gözetleyen bakışlarının sebebini sorduğumda ‘Bulgar’dan kalan alışkanlık, yerin kulağı var’ türünden verdiği cevap yalnızca bana bir karşılık değil bir tarih hocası kadar vukûfiyet sağladığı Osmanlı tarihi ile hâtırâtımda mahfuz olarak yaşamaktadır.
Tam da bu esnada Ömer Seyfeddin’in Beyaz Lâle’sindeki Hacı Hasan Bey’in kızı Lâle Hanım düşmüştür aklıma. Yazarın hikâyeleri arasında vahşet dozu kaldırılamayacak düzeyde yüksek olduğu için okunması belli ki en zor hikâyesinde yaşaması diğer hayvanları parçalamak üzerine kurgulanan arslanın tok olduğunda avına saldırmayan karakteri ile komitacı Radko’nun canavarca katlettiği Lâle Hanım’ın çelişen ölümlü bedeninde etnik dinî siyasî kırılgan zeminler üzerine inşa edilen Balkan’ın yüzünün esasen biraz önce vahşice tehcire zorlanan Seher annenin dudaklarından dökülen türkünün lâ sesi sazın teline değil iç yanlarımızda titreyen yüreğimizin bam tellerine dokunan bin türlü kültür ve medeniyet zenginliği taşımakta olduğunu fark etmişdim. Süreğinde aynı Balkanlar gözümde bir kırlığın yamacına kurulmuş şirin bir köyün üst yanında kâh bir alperen bazan bir efe kimi kez bir bahçe tapusu veya Mehmetcik heybeti yanında yetim bir çocuk garipliğindeki silueti ile ufka yaslanmış cami, polifonik ve tüm renkleri kuşanmış bir ova sessizliğinde medeniyet, bir köyde kız evinden gelin almaya gelmiş düğün alayı, diğerinde bir evde mevlid için yakın uzak köylerden gelen misafirleriyle toplanmış, hocanın duasına âminlerle eşlik eden köy halkı, bir başka yerde baba ocağında son anlarını geçiren, beline al nişan takarken helâllık isteyen kızıyla karşılıklı ağlaşan gözü yaşlı baba, bir uzak yörede köy delikanlılarının birlikde söyledikleri Sevdalinka türküleriyle yaşamaktadır.
İçimin pek de aşındığı bir anda önümü bir kez daha Radko’nun, Maritsa’yı kayıkla aşıp ulaştığı sahil köyünden naralar atarak Belene hülyalarında arkadaşlarıyla silâhlanıp Tunca ve Ergene’nin rüyalarını bozan savaş çığlıkları kesiverdi. Oysa biraz öncesinde sözlerini hiç anlamadan dinlediğim Pomak ve Boşnak ezgilerine Makedon bir kınalı ağıt eşlik etmiş, Üsküp’ün tek yakasından gelen ezan sesinin Manastır’ın ortasında oldurduğu ilâhî iklimin rüzgârıyla serim bir hoş idi ki.
Bir ara namazı kılmakla Mona Rosa’yı bir kez daha okumak arasında bir demlik tercihimi kurarken birincisini vakitli bulup diğerine yöneldiğim bir duraklama sonunda ölüme vefâdar şairin pek zarif sözleri gelmişdir aklıma.
Nasıl olmuşsa bilmiyorum
Vurmuşlar bize
Biz vurmamışız.
Bu mısraların resmini seksen dokuz hicretinde “gene de kardeş toprağıdır” avuntusu ile son nefeslerini soluklanmak zorunda bırakıldığı Türk diyarında anlaşılamayacak boğuk ve dertli sesiyle ‘gâvur okutmadı’ derken Hazım amcanın seksen yaşının verdiği yorgunluğunda Kur’an’ı kast ederken temâşa ediyordum. İki kelimede şiire ulayarak bitkin yüreğine sekîne inmiş edayla öyle bir dillendirmişdi ki zulmü sözlerinin notaya dökülmesi gereken bir iklime ihtiyaç hissettiğini fark ediyordum. Teravihleri de kılmalarına izin verilmediğini söylemişdi yine aynı sesiyle Sultan’ın din özgürlüğü ilân eden emannâmesinin rağmına. Âhir günlerini yaşadığını hissettiğini yüzündeki derin, bîtab bir o kadar dirençli ve kararlı çizgilerin mırıldandığı yeşil bir hüzünle sorulanlara verdiği cevabın tatminkâr olamadığını hissettiği anlamsızlığın omuzlarına yüklediği kahırlara siteminde bile mûnis, beraberinde o denli haşmet türü tevazu ve tevekkül taşıyordu. Bütün bu kimi soyuna, kimi diline, dinine, kültürüne yapılan kırım ve kıyımları anlatırken gözünün önünde canlı taşıdığı baba ocağı, evi, toprakları, dayatılan, taşımayı reddettiğinden buralarda olduğu Bulgar ismini, camiini, mahallesini, komşularını, kendisine de söz düşen muhabbet meclislerini hatırlarken hiç birinde onun tarafından şer adına kılınmış bir yükleme olmadığını söylemeyi zâid hisseden ‘Allah’ın bir bildiği var’ türünden pek de mübarek bir hâlet içinde pek belli ki ‘bu kötülüklerin hiç birinde benim, dinimin, kitabımın bir dahli yok bilesiniz insanlar!’ diyordu iç dünyasında fark edilir bir berraklıkla.
Bebeği ve çamurla zihnime kazıdığım annenin kulak ve gözlerime vuran sesi ezanın her cümlesinin atıf yaptığı Balkan asâletinde Çalın davulları çaydan aşağıya türküsü yüksek tepelerden aşar gelir tam da kalbimden vurmakta iken Tetovalı, Alaca camiden çıkan bir amcanın, öncesinde hiç karşılaşmadığımız yüzümüz ve yüreğimizle Osmanlı niyetine kucak dolusu boynuma sarılması sevimli bir hasret gibi ufukta asılı kalıverir, amcanın gözlerimin içine bakarak ne söylemek istediğini anlar gibi oluveririm.
Âmine’nin oğlunun Medine sokaklarında elini tuttuğu kız çocukları ile birlikte yürüdüğü günleri çok özlemiş.
Boynuma sarılmış ağlıyordu.
*******************
Bir yanıt bırakın