Rumeli’nin Öncü Gaziyan ve Fatihanı

“Fetih” denildiğinde ilk akla gelen husus, bir bölgenin coğrâfî ve idârî olarak İslâm ülkesine katılması, başka bir ifadeyle toprak kazanılması ve o toprağın Dârü’l-İslâm kılınmasıdır. Bu meyânda “fâtih” denilince de İslâm ülkesine yeni topraklar kazandıran şanlı kimseler akla gelir. Şüphesiz bu doğru bir anlamdır ve “ilk örnek” “Mekke Fâtihi” Hz. Peygamber’dir (sas). İlk Müslüman fâtihler de; Hulefâ-i Râşidîn ile Sa’d b. Ebî Vakkâs, Abdullah b. Cahş, Zeyd b. Hârise, Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh ve Hâlid b. Velîd gibi “komutan sahâbîlerdir”.
Ancak unutulmamalıdır ki “ilk fâtih” Hz. Peygamber, Mekke’den önce “Medîne Fâtihidir” ve Medîne’nin fethi klasik anlamda bir toprağın elde edilip şehrin ihtidâsı ve “Yesrib’in Medî-neleşmesi” değil, aynı zamanda “gönüllerin fethedilmesidir”. Bu anlamda Medîne’yi hazır-layan “öncü fâtih de” “ilk muallim” Mus’ab b. Umeyr’dir. Gönüllerin ve zihinlerin fethi yolunda ilk iş olarak Mekke’de Dâru’l-Erkâm’ı, Medî-ne’de Suffe’yi kurmuş olan “ilk muallim” Hz. Peygamber, ilk fetihleri buralarda gerçekleş-tirmişti. Bu çerçevede kabul edilecektir ki fetih önce îmândır, ilimdir, irfandır, ahlâktır.
Hz. Peygamber’in sünnet-i seniyyesini takip eden Hulefâ-i Râşidîn, örneğin Hz. Ömer de böyle yapmış; Muâz b. Cebel, Ubâde b. Sâmit ve Ebu’d-Derdâ’yı yeni fethedilen yerlere öğretmen olarak göndermiştir (Akbaş, 126 vd.). Dolayı-sıyla muallimler Mus’ab örneğinde olduğu gibi fethin öncüsü, burada sayılanlarda olduğu gibi tamamlayıcısıdırlar. Sonuç itibarıyla ‘“komutan sahâbîler” fetihlere ne kadar hizmet ettilerse, “muallim sahâbîler de” o kadar hizmet etmiş-lerdir’ denebilir.
Bu gelenek sonraki devirlerde de devam etmiş Anadolu ve Rumeli’nin İslâmlaşması bu şekilde olmuştur. Anadolu’nun İslâmlaşmasında Ahmed Yesevî’nin, Rumeli’nin İslâmlaşmasında da Sarı Saltuk’un rolü yadsınamaz. Zira “Abda-lân-ı/Gâziyân-ı/Bâcıyân-ı Rûm” nâm dervişlerin faaliyetleri, Anadolu ve Rumeli’nin iskânı, Türkleşmesi ve İslâmlaşması tarihinin en önemli ve ilginç safhalarından biri sayılabilir (Ocak, III/114). Anadolu’yu mayalayan Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bayrâm-ı Velî, Hacı Bektâş-ı Velî ve Ahî Evrân’dan çağıldayan ses Balkanlarda Sarı Saltuk, Otman Baba, Yazıcızâde Mehmed, Ahmed-i Bîcân, Abdullâh-ı İlâhî, Gül Baba, Hasan Sezâî-i Gülşenî ve Niyazî-i Mısrî gibi sûfîler aracılığıyla yankılanır.
Rumeli’yi Türkleştiren ve İslâm-laştıran Dervişler
Bilindiği gibi Rumeli, Osmanlılar’ın Balkan yarımadasına verdikleri bir isimdir. Rumeli’nin ilk fâtihi, 755/1354’de Gelibolu’ya geçen ve Sultan Orhan Gâzî’nin oğlu olan Süleyman Paşa sayılabilir. Hacı İlbey, Evrenos Bey, Paşayiğit Bey ve oğlu Gâzî Turhan Bey, Gâzî Mihal Bey ile Edirne fâtihi Sultan I. Murat ve Lalaşahin Paşa gibi isimler de bu meyânda zikredilebilir.
Ancak bu noktada Gâzi Süleyman Paşa’nın yanında, Türklerin Anadolu ve Trakya’ya geçişlerinde en önemli görevi üstlenen çok sayıda alperen gâzî ve dervişlere (Şimşek, 254 vd.) değinilmezse, Rumeli’nin fethine dâir yazılacak hususlar mutlaka eksik kalacaktır.
İşte o gâzî dervişlerden biri de, zaman içerisinde efsaneleşerek kült kişiliğe bürünmüş olan Sarı Saltuk’tur. Sarı Saltuk, Rumeli’ye Süleyman Paşa’dan bir buçuk-iki asır önce ayak basmış ve muhtemelen bugün Romanya’da kuzey Dobruca’da bulunan ve Babadağı adıyla bilinen kasabanın kuruluşuna öncülük etmiştir.
Sarı Saltuk’un efsâneleşmesine yol açan vasiyeti kayda değerdir. Zira o, bölgenin İs-lâmlaşması için kabrinin bile bir işlev görmesini isteyecek, vefâtının ardından yedi ayrı tabut hazırlanmasını, birine naaşının konulup diğerle-rinin boş olmasını ve bu tabutların her birinin uzak, çeşitli bölgelere götürülüp oralarda gömülmesini vasiyet edecektir. Büyük ârifin amacı açıktır: Makam kabirlerinin bulunduğu yerlerin, kendisini sevenlerce ziyaret edile edile zaman içerisinde Türk-İslâm hâkimiyetine girmesini sağlamak (Babinger, X/221).

Bu irfân Yahya Kemal’in “Mâverâda Söyleniş” adlı şiirine şu mısrâlarla yansıyacaktır:

Geldikti bir zaman Sarı Saltık’la Asya’dan,
Bir bir Diyâr-ı Rûm’a dağıldık Sakarya’dan.

Rumeli’de kurulan ribâtlarda “mücâhid dervişler” bulunmaktaydı (Yiğit, XXXV/78) ve bu “gâzî-dervişlerin” ve(ya) “alp-erenlerin” fetihteki en önemli katkıları, Türkleştirme ve İslamlaştırma alanında idi (İnbaşı, 159). Hatta Kâzerûniyye gibi kendisini sırf cihâda adayan tarîkatler de vardı (Kara, 204).
Belirtmek gerekir ki Osmanlı Devleti, Rumeli topraklarında devlet eliyle resmî bir İslâmlaştırma politikası gütmemiş, bu meseleyi dervişlerin “sivil teblîğlerine” havâle etmiştir (Selçuk, 99-100). Devlet ile vatandaş arasında âdetâ köprü vazifesi gören “gayr-i resmî birer gönüllü bürokrat” konumundaki dervişler, Osmanlı’nın Balkan topraklarını fethinden önce, Balkan halklarının gönüllerini çoktan fethetmiş-lerdi (İzeti, 46).
Bu noktada “evlâd-ı fâtihân” terimini hatırlatmakta fayda var. Arşiv kayıtlarında evlâd-ı fâtihân, “Osmanlı Devleti’nin güzîde, cengâver, itaatkâr, fermân dinleyen askerlerinden olan; seferlerde ve savaşlarda kendilerinden nice fayda görülen, Anadolu’dan Rumeli’ye geçip burayı vatan tutmuş bulunan yörüklerin evlâdı” anla-mında kullanılmıştır (Refik, 115). Bir belgede “gazâ ve cihâd niyetiyle Anadolu’dan Rumeli’ye geçüp dîn-i mübîn uğrunda hizmette bulunan ev-lâd-ı fâtihân” tabiri kullanılmıştır. (Halaçoğlu, 6).
Fethin teknikten önce bir niyet ve samimiyet meselesi olduğunu, düzenli ordusuyla Rumeli’ye adım atan Gâzî Süleyman Paşa için söylenen şu beyit gâyet iyi anlatmaktadır:

Kerâmet gösterip halka sûya seccâde salmışsın,
Yakasın Rumeli’nin dest-i takvâ ile almışsın.

Rumeli ve Balkan topraklarına “takvâ eli” ve “ihlâs ayağıyla” adım atılınca bir kere, bu coğrafyanın tümü, taşı-toprağı ve nehirleriyle îmânın temsilcisi gibi düşünülmüştür. Âşık Çelebi bunu “Tuna” şiirinde şöyle dile getir-miştir:

Kişver-i kâfirden îmân ehline akub gelir,
Kıbleye tutmuş yüzünü bir müselmândır Tuna.

Rumeli, Yahyâ Kemal’in Ömer Seyfed-din’e Peçevî Tarihi’nden esinle yazmasını teklif ettiği, onun da çok güzel anlattığı, uğruna “can verilip baş verilmeyen” bir “kızılelmadır” (Demirci, 150-151). Osmanlı, Rumeli ile öylesi-ne bir özdeşlik kurmuştur ki Yahyâ Kemal’in deyişiyle, “Türk’ün gönlünde dağ varsa Bal-kan’dır, nehir varsa Tuna’dır”.
Balkanlar’ın “vatanlaştırılması ile İslâmlaştırılması yüzyıllar boyunca at başı git-miş”, bölgelerin İslâmlaştırılması vatanlaştırıl-masından, vatanlaştırılması da İslamlaştırıl-masından ayrı düşünülememiştir. Zira vatan Müslümanın, hayatını Allah’ın ahkâmına göre düzenleyebildiği ve sürdürebildiği kabul edilmiştir.
Osmanlı’nın Balkanlar’daki iskânı “istilâ” ve “kolonileştirme” olmadığı gibi dervişler de “kolonizatör” yani sömürgeci (Barkan 279-386) değillerdir. İskân, imâr ve âbâd etmektir, öyle olmuştur. Zira bölgeye yerleşen şeyh ve dervişler sadece derviş kimliği taşıyan manevî şahsiyetler değil, aynı zamanda toprağı işleyen, köy kuran, sanat ve ilimle iştigâl eden; hâsılı fethedilen toprakları “şenlendiren” şahıslardır (İzeti, 47, Rodoplu, 122).
Osmanlı toplumunda tekkeler, yerine göre mescid, medrese, han, imârethâne, şifâhâne, ribât… işlevi görmüş, bir yandan ictimâî, iktisâdî ve ticârî hayata diğer yandan cihâda ve fütûhâta katkıda bulunmuşlardır. Hatta okçular ve güreşçiler tekkeleri gibi bazıları, cihâda dönük spor ve riyâzetler için birer merkez olmuşlardır (Kara, 170-188).
Rumeli alperenleri, Balkanlar’da önce zamanı, sonra mekânı, sonra insanı ve en sonunda hayatı bütünüyle müslümanlaştırmışlardır.

Zamanı müslümanlaştırmışlardır. “Saatleri (ve dahî dakîka ve sâniyeleri) değil vakitleri ayarlama” endişesini gütmüşler ve Şâir’in,

Bu ezanlar ki şehâdetleri dînin temeli,
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.

dizelerinde ifadesini bulan şuurla; za-manı ve hayatı evkât-ı hamseye göre “ayarla-mışlardır”. Böylece zaman artık Allah’a kulluğa, ibâdet ve tâate ayarlanmıştır; zamanın ve dola-yısıyla hayatın merkezinde ibadet vardır artık Rumeli’de.
Mekânı müslümanlaştırmışlardır. Zira kadîm Peygamber geleneğini takip ederek iskân oldukları topraklara önce Mescid’i sonra Suffe’yi, yani “yaygın eğitim kurumları” olarak tekkeleri inşâ etmişlerdir. Gelibolu Ahî Mûsâ Zâviyesi, Malkara Yegân Reis Zâviyesi, Ezine Ahî Yunus Zâviyesi, Şumnu, Varna ve Dobruca Zâviyeleri ve Dimetoka Abdal Cüneyd ve Seyyid Ali Sultan Zâviyeleri Rumeli’de inşâ edilen tekkelerin ilk örneklerdir. (İzeti, 76). Bir tespite göre sadece Bulgaristan’daki tekkelerin sayısı 174’tür (Ayverdi, IV/107) ve bu veri, bize tekkelerin Os-manlı toplum yapısındaki yerini göstermesi bakımından kayda değer bir durumdur.
Birçoğu orduyla birlikte bizzat fütûhata katılan veya ordunun ardından hareket eden tarîkat ehli, ıssız yerlerde, yolların geçtiği önemli mevkilerde inşâ ettikleri zâviye ve tekkelerle iskâna katkıda bulunmuşlardır. Tahrîr Defter-leri’nde, pek çok yerleşim birimi Ahî, Baba, Abdal ve Fakîh gibi isimler taşımaktadır. Meselâ Enez, Dimetoka ve Gümülcine gibi kazalarda kurulan tekkelerin isminden mülhem Abdal Cüneyd, Abdal Fakîh, Hacı Fakîh, Habîb Fakîh, Saltuklu, Abri Fakîh, Ahad Baba, Baba Uruz adlarını taşıyan köyler bulunmaktadır (Halaçoğlu, 4-5)
“Fetih” denildiğinde ilk akla gelen öyler bulunmaktadır (Halaçoğlu, 4-5)
Mekân müslümandır artık Balkanlar’da. “Bir yaz günü kafilelerle geçilen” ve Yeniçeri’nin kaç defa abdest aldığı ile övündüğü Tuna, bir “nehr-i azîzdir”, “kıbleye tutmuş yüzünü bir müselmândır artık. “Köprüleri bile Kâbe’ye doğrudur artık Rumeli’nin.
Yahyâ Kemal’in deyişiyle “Üsküp bir evliyâ şehri idi. Halkı rivâyet eder ki, ya Bağdad’ta bir evliyâ fazla imiş, yahut Üsküp’te. Ulemâ henüz bunu halledememiş.” “Lâkin” der Yahyâ Kemal, “Üsküb’ün evliyâsı hep cengâverdiler. Türbeleri-nin duvarlarında bir insanın taşıyamacağı kadar ağır ve büyük paslı kılıçlar, kalkanlar, zincirler asılı dururdu. (Bukağılı Baba, Câfer Baba, Gâzî Baba, Haydar Baba gibi).” (Kemal, 46)
Ve… İnsanı müslümanlaştırmışlardır. Meşâyih ve dervişân, bir yandan Balkanlar’da kurdukları zâviye ve tekkeleri ile bölgedeki gayri müslim halkı olumlu etkilemiş, halkı psikolojik olarak fethe hazır hale getirmiş ve Osmanlı ordusunun bölgeyi fethini, müsamahalı tutumlarıyla da bölge halklarının ihtidâ etmelerini kolaylaştırmış; diğer yandan fetih hareketlerine bizzat katılmışlardır (İnbaşı, 159; Efe, 458).

Yunus’un dili ile;

Ben gelmedim da’vî içün,
Benim işim sevî içün,
Dostun evi gönüllerdir,
Gönüller yapmağa geldim.

deyip

Yetmiş iki millete aynı gözle bakmayan,
Halka müderris olsa, Hakka âsîdir.

felsefesi ile dînine, diline, ırkına bakmadan herkesin doyurulduğu aşevleri inşâ etmişler ve böge halklarının “gönüllerini İslâm’a ısındırmışlardır”.
Osmanlı’nın Rumeli’yi fethi sadece bir iskân değil sükûndur aynı zamanda. Asırlar süren bir “Pax Ottomana (Osmanlı Barışı)’dır”. Bu sadece bir yorum ve(ya) iddia değildir. Tarih de, ân da bunun şâhididir. Zira bu satırların yazarı, Bismarck’ın “Doğu orada(n) başlar” dediği ve 250’ye yakın Osmanlı eserinden bugün sadece Bayraklı Câmii’n, Damat Ali Paşa ve Şeyh Mustafa Efendi türbelerinin ayakta kalabildiği Belgrad’ta, yaşı 80’lerde, emekli bir vergi me-muru Sırp amca ile yaşadığı diyalogta bunu bizzat müşâhede etmiştir. Bir grup dostumuzla ger-çekleştirdiğimiz Belgrad gezisinde, Kale Mey-dan’daki türbede yatan Damat Ali Paşa, Tepe-delenli Selim Paşa ve Çeşmeli Hasan Paşa’nın ruhlarına bir fâtiha okuduktan sonra yaşlı amca yanımıza gelmiş ve “Türkler! Hoşgeldiniz! Burası sizin de yurdunuz sayılır. Zira atalarınız buraya adalet ve barış getirmiştir. Osmanlı’dan önce biz Sırplar, Bulgarlar, Arnavutlar… uzun yıllar süren savaşlar yaşadık burada. Ancak Osmanlı ile 300 yıl süren bir barış dönemi yaşa-dık. Osmanlı gitti, buralara ve Balkanlar’a tekrar kargaşa geldi… Bunlar benim dedelerimden, nenelerimden onların da kendi dede ve ninelerinden dinlediklerimizdir…” şeklinde düşünce ve duygularını bizimle paylaş-mıştı.
“Bizi yok olmaktan Osmanlı kurtardı” diyen, “Osmanlı İmparatorluğu idaresi altında asimile edilen, etnik kökenini kaybeden hiç bir millet yoktur… Bugünkü çağdaş Bulgar Devleti varlığını aslında Osmanlı’nın hoşgörüsüne borçludur…” diye de ekleyen Bulgar tarihçi Prof. Dr. Stoyan Dinkov da, bu gerçeği başka bir ifade ile dile getirmektedir (http:// www. dunyabulteni.net, 20.06.2017).
Sonuç Yerine…
Yukarıda da belirttiğimiz gibi fetih, bir teknik meselesi değildir, îmân, niyet ve samîmiyet meselesidir. Fetih; sadece ekonomik, askerî ve siyâsî “kaba kuvvet/hard power” değil aynı zamanda ruh ve gönül temelli yumuşak güçtür/soft power. Fütûhâttaki bu yumuşak gücü gâzî devişler temsil etmişlerdir. Zira fetih herşeyden önce ve önemlisi gönlün “açılması-dır”. O nedenle fetihleri anla(tı)rken fetihnâmeler kadar fütüvvetnâmeler de dikkate alınmalıdır.
Bu çerçevede Anadolu’nun ve özellikle Rumeli’nin fethinde gâzî ve fâtihler kadar belki de daha çok dervîşler önemlidir. Bu yazının rûhuna uygun olarak sorulması gereken, “fethi müyesser kılan ‘gâzîler mi dervişler mi’ veyahut ‘alpler mi erenler mi’” sorusu değildir. Cevap bellidir zira: “Fütûhâtı, her zaman her iki özelliğe de sahip olanlar, yani ‘gâzî-dervişler’ ve ‘alp-erenler’ yapar, yapmıştır ve yapacaktır”.
Adları baba, dede, sultan olarak anılan meşâyih ve abdal, gâzî, bacı, seyyâh, alp-eren, evlâd-ı fâtihân olarak anılan dervişân; Rumeli’de çoğu zaman fethin öncüleri, bazen de ardçıları yani tamamlayıcıları olmuşlardır. Kabul edilecektir ki beldelerin fethi ve Dârü’l-İslâm kılınması bir oldu-bittiden ziyâde bir süreçtir ve bu süreci tamamla-yanlar da fethin ya önünde ya içinde ya da ardında olan gâzî-dervişlerdir.
Osmanlı (ve) alperenleri bugün Ru-meli’den çekilmiş görünseler de görevlerini yap-mışlardır. Zira bölgenin İslâm’la müşerref olmasını sağlamışlardır. Bu yüzden bölge halkları Osmanlı fâtihânına ve evlâdına medyûnu şükrân-dır. Bu şükrân borcunu îfâ etmenin en iyi yolu ise evlâd-ı fâtihânın geleneğini devam ettirmek ve yeni alperenler yetiştirmektir.
Netice itibarıyla mutlak belirtilmesi gere-ken husus şudur: Yeni gönüllerin ve gönüllerin ye-niden fethi için bugün neye muhtaç isek, o dünde vardı. Yapmamız gereken dünde olanı bugüne taşı-mak. Fetih, el’ân devam eden, etmesi gereken bir süreçtir; dünde, tarihte kalan değildir, tarihi yap-maktır. Bunun için bize lâzım olan “gazâ ve fetih ruhlu” dervişler, şuurlu müslümanlardır, vesselâm.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*