İsimleri üzerindeki Roman mı, Çingene mi tar-tışması bir yana, bugünün deyimiyle Romanlar, Balkanları artık kendilerine yurt edinmişlerdir. Araş-tırmacılar, Kuzey Hindistan’da anavatanı terk edişin tarihleri konusunda çeşitli öneriler sunsa da, daha çok MS. 9-10. Yüzyıllar telaffuz edilmektedir. Batıya göçen her kavmin, her milletin olduğu gibi Romanların da yolu Ana-dolu topraklarından geçmiş, geçmek zorunda kalmış, Bal-kanlar’a ve devamıyla Avrupa’ya geçiş bu topraklar üze-rinden olmuştur.
Gönülsüz bir şekilde anayurtlarını terk eden romanlar için yeni topraklar huzur ve barış getirmemiş, çoğu zaman yasaklamalar, sürgünler, şiddet ve ölüm gibi cezalara çarptırılmışlardır. Özellikle günümüzün Romanya topraklarına denk gelen Eflak ve Boğdan’da, Romanlar üzerindeki kölelikler ancak 1855-56 yıllarında kaldırıl-mıştır. Almanca konuşulan topraklarda ise hayat bazen II. Dünya savaşının toplama kamplarında, krematoryumlarda ve gaz odalarında son bulmuştur. Nazilerin elinde kurban olan Romanların sayısı tam olarak bilinmese de 550 bin rakamına pek itiraz eden de olmamaktadır.
İspanya, Macaristan gibi ülkelerde durum biraz daha iyi olmakla beraber, istikrarlı bir şekilde hukuki bir nizam içinde sevk ve idare edildikleri topraklar Osmanlı Devleti olmuştur. İdare, hemzaman içinde diğer devletlerde olmayan bir uygulama ile, kanunnamelerle Romanların sevk ve idarelerini gerç-ekleştirmiş, bu kanunnamelerle hak ve sorumluluk-larını belirlemiştir. Kesin olmamakla birlikte ilk düzenleme 1470 yılında yapılmıştır. Sonuncusu da aradan geçen bir dört yüz sene sonra 1870 yılında Kıp-tiyan Vergisinin Sureti Tahsili Hakkında Nizamname ismiyle yürürlüğe konmuştur. Bu kanunnamelerde göze çarpan özelliklerin başında birbirini tamamlayan ve geliştiren bir yapıya sahip olmalarıdır. Örneğin, ilk başlarda gündemde olan Müslim – Gayri Müslim ay-rımı, tebaanın diğer unsurlarına uygulanan toleransa paralel ortadan kaldırılmış, Romanlarda da vergilen-dirmede esas alınan nokta kazanç dereceleri olmuştur.
Bu kanunnamelerdeki bir diğer özellik başka bir yerde ve tarihte uygulaması olmayan Çingene Mü-sellem Sancağı’na yöneliktir. Sancak sınırları Çor-lu’dan başlayıp, Keşan, Hayrabolu, Malkara, Pınar-hisar, Ferecik, İpsala, Dimetoka, Prevadi, Yanbolu, Gümülcüne, İncegöz ve Eski Hisar-ı Zağra kazalarını içine almış, sancağın merkezi ise Kırk Kilise (Kırk-lareli) olmuştur. Osmanlı Devletinde, Çingene Müsel-lem Sancağı askerlik açısından önem taşımaktadır. Devletin herhangi başka bir yerinden Çingeneler askere alınmazlarken, buradan sadece Müslüman Çin-genelerin bir kısmı, ordunun işine yarayacak biçimde eli iş tutanları müsellem olarak askere alın-mışlardır. Müsellemler savaşan ana gövdenin içinde yer almamakla birlikte lojistik ve geri hizmetlerde temel unsurların başında gelmek-tedir. Çingene Müsellem Sancağı’nın askerleri, diğer askeri unsurlar gibi muamele görür, asker-likleri sırasında vergi vermezler, tarımla uğraşa-bilirler, kendilerine gelir getiren arazi sahibi olabilir veya işleyebilirlerdi.
Osmanlı Devleti’nin Batı’ya, dolayısıyla Balkanlara doğru genişlediği hatırlanırsa, bu genişleme sürecinde gerek Çingene Müsellem Sancağı’nın ve gerekse Çingenelerin Balkanlar-daki önemi ve bugünkü coğrafyaları daha iyi anlaşılabilir. Savaşlar sırasında, Çingeneler ordu ile birlikte hareket etmiş, ordunun gereksinimle-rini karşılamış kimi zaman da o toprakları kendi-lerine yurt edinmişlerdir.
Günümüzde her ne kadar Balkanların hem politik hem de nüfus yapısı eskisi gibi olma-sa bile, Edirne’den çıkıp Belgrad’a kadar, yol üze-rinde, konak yerlerinde Türkçe konuşulabili-yorsa, bundaki büyük katkı, Osmanlı ile birlikte bir zamanlar Balkanlara göçen ve yerleşen Çin-genelerin sayesindedir.
Çingene Çeribaşısı
Kelime anlamı itibariyle, asker toplu-luğu, topluluk ya da sürü demek olan Çeribaşılık müessesesi Osmanlı Devletinde 15. Yüzyıldan sonra uygulanmaya başlamıştır. Müsellem Çeri-başısı, Çingene Çeribaşısı, Yörük ve Tatar Çeribaşısı, Ev-lad-ı Fatihan Çeribaşısı ve Voynuk Çeribaşısı gibi isimler alan statü, adından da anlaşılacağı gibi asker topluluğunun en tepesindeki kimsedir. Burada söz edilen çeribaşılık ile Roman toplulukların geleneklerinden olan ve folklorik bir özellik arz eden çeribaşılık birbirinden çok farklıdır. İkincisini daha çok, küçük topluluk-ların kendi bireyleri arasından seçilen, kanaat önderi, sözü sayılan kimse, topluluğu sevk ve idare eden kimse olarak anlamak doğru olur.
Osmanlı bürokrasisi içinde yer alan Çingene Çeribaşısı ise tamamıyla o toplumun dışından kimselerden tayin edilmişlerdir. Başlıca görevleri arasında yardımcı asker de diyebileceğimiz Çingene müsellemlerin sevk ve idaresini yapmak, onların sorumluluğunu taşımaktır. Gelirleri ise, sorumluluk alanı içinde bulunan topraklardan aldıkları vergilerden sağlanmaktadır.
Osmanlı’nın en büyük özelliklerinden biri olan kanunlara dayalı iş yapmak, kendini Çingene Sancağı Kanunnamesi’nde de göster-miştir.
Kanunname kimi kaynaklarda Kanun-u Seraskeran-ı Liva-i Çingane ve Müselleman-ı Liva-i Mezbure adları altında iki parça göste-rilmesine rağmen tek parça halinde değer-lendirildiği de olmuştur.
Kanunname doğrudan, Çingene sancağında bu-lunan ve askere alınacak Çingenelerin durumu ve Çingene Çeribaşısının statüsünü belirlemektedir. Kanunnamenin Çingene Çeribaşısı’na ait bölümü günümüz Türkçesiyle şöyle demektedir:
1) Söz konusu sancakta (Çingene Sancağı), san-cak beyine gelir getiren arazilerde eğleşerek çadırda yaşayan Çingenelerin vergi gelirleri sancak beyinindir. Çeribaşlarına gelir getiren arazilerde eğleşmiş olan Çin-genelerin vergi gelirleri çeri başınındır. Çünkü vergi ile yükümlüdürler.
2) Çeribaşlarının gelir getiren arazilerden gelen vergi gelirlerinin yarısı çeribaşının kendisine aittir, bu gelirlerinin diğer yarısı ise sancak beylerine aittir. Çeribaşı olmak isteğe bağlı olmakla beraber bir kanuna bağlıdır. Timarlarda bulunanlar için bahşiş niteliğinde verilecek vergiler çeribaşına aittir ve deve göçü için otuz akçedir. Herhangi bir çeribaşılıkta bulunanlar deftere kay-dedildikten sonra vakti gelinceye kadar çeribaşları tara-fından muhafaza altına alınırlar. Vakti geldiğinde çeri-başları bunları görevliye teslim edip, parasını ve kanun gereği deve göçü için otuz akçeyi çeribaşı, görev-liden alır. Eğer vakit dolmadan sahibi gelirse yine kanun gereği parasını ve vergisini alıp vakitli bir şekilde sahibine teslim edilmelidir.
3) Bir çeribaşının gelir getiren arazisinde bulunan herhangi birisi ya da iş gören birisi araziye yerleşmiş ise, ya da ziraat yapıyor ise bunlardan bazıları on iki akçe vergi vermekle yükümlüdürler. Ancak diğerleri aynı işi yapsa bile reaya kategorisinde kabul edildikleri için yirmi iki akçe vergi vermekle yükümlüdürler.
4) Yörük, yağcı ve küreciden herhangi birisi çeribaşının gelir getiren arazilerinde tarımla uğraşırlarsa, yerleşik düzene geçerlerse ve ağaç dikmek, fidan dikmek (kökün sökmek) gibi işlerle uğraşırlarsa eğer ziraat yapıl-dığı anlamına gelir. Bu yeni yerler deftere kaydedilerek reayanın bulunduğu çiftlikler olarak kabul edilir. Eğer arazinin sahibi “buraları ben işlemekteyim” demesine bakılmadan vergileri alınmalıdır.
5) Bir müsellemin yerinde herhangi birinin bağı veya bahçesi varsa, müsellem kendisi için bu bağ ve bah-çeyi işleyenden vergi alır, bu vergi geliri müselleme aittir.
Osmanlı Devleti’nde Çingenelerle ilgili kanun-name veya hukuki düzenleme sadece bu sancakla ilgi olmayıp bu düzenlemeleri kendi orijinal isimleriyle, Ka-nunname-i Kıptiyan-ı Vilayet-i Rumeli, Kanun-u Cizye-i Çinganeh, Çingane Yazmak İçin Tayin Olunan Emine ve Katibinie Hükm vs. şeklinde sıralanabilir.
Bir yanıt bırakın