Ali Yakup Cenkçiler Kimdir?
Aslen Kosovalı olan Ali Yakup Efendi 1913 yılında Kosova’nın Gilan kasabasında doğmuştur. Arnavut olan babası Hafız Hüseyin, Fatih Medre-seleri’nde, dedesi Hacı Yakup ise Niş Mederese’sinde eğitim görmüştür.
Kendisi Gilân’da Sırp İlkokulunda eğitimine başladığında bir yandan da babasından Kur’an-ı Kerim ve dini bilgiler dersi almıştır. Daha sonra Gilan Medresesi, Üsküp’te Meddah Medresesi ve Bosna’da Nüvvab Mektebi’nde tahsil hayatını sürdürdü. 1936 yılında Kahire’ye giderek Ezher Üniversitesi, Usûlu’d-Din Fakültesi’nde tahsilini tamamladı. 1960 yılına kadar Mısır’da devam eden memuriyetinden sonra Türkiye’ye yerleşti. Türkiye’de bir yandan bir fabri-kada muhasebe memuru olarak çalışırken diğer yan-dan da Fâtih, Mesih Ali Paşa ve Emir Buhari camile-rinde dersler verdi. Birçok öğrencinin yetişmesine vesile oldu. 1976 ile 1980 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığı Haseki Eğitim Merkezi’nde Tefsir, Kelâm ve Belagât dersleri verdi. İlmiyle âmil, irfanıyla ârif bir zat olarak tanınan Ali Yakup Hoca, 1988 yılında 75 yaşında İstanbul’da vefat etti. Osmanlı Döneminde Balkanlar’da Kimlik Meselesi
Günümüzde Balkan ülkelerinde, özellikle Osmanlı bakiyesi Müslümanların, kimlik meselesi, hâla bütün şiddetiyle güncelliğini korumaktadır. Çoğu zaman tarihî vakıa göz ardı edilerek, daha ziyade Balkanlar’daki Müs-lümanları asimile etme politikasının gölgesinde tartışılmakta olan bu meselenin hakikati, ideolojik yakla-şımlar neticesinde her geçen gün biraz daha örtülmek-tedir. 19. yüzyılda Batı’da zuhur eden ırkçı/kavmiyetçi yaklaşımlar çerçevesinde, anokranik bir anlayışla, tarihi vakıa tahrif edilmektedir.
Zira Osmanlı toplumunun temelini teşkil eden milletler sistemi hiçbir zaman bir ırka veya etnik bir unsura dayanmamıştır. Osmanlı’nın referansı olan klasik İslâmî literatürde de “millet” teriminin “ümmet”ten daha kesin bir “dinî topluluk” çağrışımı yaptığı görülür.
Osmanlı döneminde temelini İslâm hukukunda bulan milletler sistemi esastı. Zira İslam hukukunda insan toplulukları, esas itibariyle “Müslümanlar” ve “gayrimüs-limler” olmak üzere ikiye ayrılırdı. Gayrimüslimler din ve inanışlarına göre “ehl-i kitap olanlar” ve “ehl-i kitap olma-yanlar” şeklinde sınıflandırılır. Buna göre Osmanlı’da Müslüman millete “millet-i hâkime, millet-i fâtiha”, gayrimüslimlere ise “tebaa-i gayrimüslime, cemaat-ı muhtelife, mileli saire veya millet-i mahkûme” denilmekteydi. Osmanlı’da Ortodokslar, Ermeniler ve Yahudiler başlıca gayrimüslim milletler idi. Müslüman-ların ve İslâm hukukunun çizdiği çerçevede onların canı, malı, dini, inanç ve ibadet hürriyetleri teminat altına alın-mıştır. Hangi ırktan, milletten, dinden olursa olsun gayri-müslimlerden kelime-i şehadet getirip Müslüman olanlar hemen hâkim millet statüsüne geçmekte idi. Toplumda gerek Müslüman gerekse gayrimüslim olsun vatandaş-ların statüsünü belirleyen yalnızca dinî kimlikleri idi.
Her ne kadar “Osmanlı’nın Müslüman tebaası, yani “millet-i hâkime”, “Müslüman” ve “Türk” tanımları çoğu zaman birbiriyle aynı anlama gelse de, vakıaya bakıldığı takdirde Osmanlı’nın Müslüman tebaasının kendine mahsus tavır ve tarzını ne “Osmanlı” ne “Müslüman” terimi efradını cami ağyarını mani bir şekilde tarif etmez. Bu vakıa bütün bir Batı tarihinde de tespit ve tesmiye edildiği üzere “Türklük”tür. Fakat her üç kavram da (Osmanlı, Müslüman, Türk) Tanzimat sonrasından başlayarak günümüze kadar çoğu zaman kasıtlı müda-halelerle tahrife maruz bırakılmıştır. Ancak şunu kesin olarak ifade etmekte yarar vardır: Tarih boyunca Türk kimliği, ne sahipleri ne de muhalifleri tarafından, bugün anlaşıldığı şekilde, 19. yüzyılda Batı’da neşet eden ırka dayalı etnik, kavmî unsurlardan biri olarak anlaşılma-mıştır. Üsküplü şair Yahya Kemâl’in ifadesiyle, “Türk milleti bir dinde ve bir mezhepte olan Türkçeyi müşterek lisan telakki eden, Türk, Kürt, Çerkez, Arnavut ve Boşnak unsurların Ortaçağdan beri terkibiyle vücut bulmuş bir millettir. Bu kitle birdir ayrılmaz; ancak kendi inkişafını özler, kendinden olmayan azınlıkların cemaat teşkilatını ve mekteplerini hür bırakır.”
Özetle ifade etmek gerekirse bilhassa miladi 10. asırdan sonra Türk kimliği kavmî bir unsuru değil, bu kavimlerin oluşturduğu bir üst milli kimliği ifade etmektedir. Bin yıldır İbrahim Milletinin tarihî omurgasını teşkil eden, öncelikle muhalifleri tarafından Türk olarak isimlendirilen bu millet, “ehl-i bid’ata karşı Ehl-i sünneti, düşmanlarına karşı İslâm’ı müdafaa etmeyi, Allah’ın adını yüceltmeyi şiar edinmiş”, Müslümanlığın kaynaklarına sadık, esaslı tarihi tavrıyla tebarüz etmiştir. Dolayısıyla bir kimsenin ya da bir topluluğun Türklü-ğünün ölçüsü bahsi geçen davaya sadakati nispetindedir. Köken olarak Türk boylarından gelenler de dâhil olmak üzere “dinini ve itikadını kavmiyetinden üstün tutmak” Türk milletinin hususiyetlerinin başında gelir. Her kim ki kavmiyetini itikadının önüne geçirir o Türk kavminden olsa dahi Türk olma vasfını kaybeder. Bu hususiyetleri sebebiyle tarihte olduğu gibi bugün de Müslümanlığını kavmiyetinden üstün tutan bütün topluluklar Türk milletine intisap etmekten çekinmemiş, Türk milleti ile irtibatlandırılmaktan rahatsızlık duymamıştır.
Ali Yakup Efendi’nin Anlayışında Osmanlı, Türk Kimliği ve Balkanlar
Ali Yakup Efendi, özüyle sözüyle yukarıda tarif etmeye çalıştığımız bir vakıa olarak Türklük tarzının müşahhas timsali olarak görülebilecek ilim ve irfan sahibi zatlardan biridir.
Kendisine “Balkanlar’da Türk kelimesi ne ifade eder, bir ırkı mı anlatır”, diye sorulduğunda: “Yok azizim, şimdi bu çok gülünç olaylara yol açar. Mesela bir Arnavut Müslümanlığını ifade etmek istedi mi ‘Elhamdülillah Türküz’ derdi’” diye cevap verirdi. Yine kendisine bir de-fasında Arnavut olduğundan bahsedildiğinde “Yavrum ben Arnavut değil Türk’üm. Türk milleti olmasaydı ben gâvur olacaktım. Bizim diyarda ‘Türklüğün şartı kaçtır’, diye so-rulurdu ve biz de ‘beştir diyerek İslam’ın şartlarını sayar-dık’”. derdi. “Öyle bir bakış açısı inşallah bu millette yeni-den yer edinir diye temenni ederiz” ifadelerini kullanırdı. Hicazlı bile Türk olarak bilinirdi. Bizim zamanımızda müslüman için Türk kelimesi kullanılırdı. Halk bir kelime Türkçe bilmezdi. Ama ‘Allah’a şükür Türk’üm’ derdi. “Allah Türklükten ayırmasın. Allah canımızı Türk olarak alsın.” diye dua ederdi.
Osmanlı’nın daha has bir tarzı olan Türklük ona göre çelebilikti. Kendi ifadele-riyle şöyle bahseder Türklükten: “Mesela ben orada Türkçe öğrendim. Benim kasa-bamda halk ‘Ben Türküm’ der. Hâlbuki köyden gelmiş olan bir Arnavut olarak bilinir. Arnavut demek, köylü anlamına geliyor. Kasabalı ise Türk ve çelebi. Türkçe bilmek ise büyük bir mesele. Hele bir köylü Türkçe bildi mi onun havasından geçilmez. ‘Nasılsın efendim’ der, Türkçe konuştuğunu ihsas eder. Ben de bu aşkla Türkçe’yi öğren-dim”, diye anlatırdı.
O Türklükle Müslümanlığın aynı anlamda kullanıldığına sıkça vurgu yapardı. “Bir Hıristiyan Müslüman olunca ona ‘Türk oldu!’ derlerdi. İslam’ın şartını sayarken, ‘Türklüğün şartı beş’ diye sayardık” diye anlatır. Bu vesileyle bu anlayışın bir başka ifadesi olarak, bir Boşnak ilmihalinde, cevabı “Kalû Belâ’dan beri” olan “Ne zamandan beri Türksün?” sorusuna tesadüf ettiğimi hatırladım.
Ali Yakup Hoca’nın Osmanlı’ya hürmeti sınırsızdı. Zira ona göre Osmanlı tabiri bir ansiklopedi gibi bütün müslümanlığın inceliğini ihata ediyordu. Osmanlı denildi mi “efendi, müslüman cömert, misafirperver, ahlaklı” yani her yönüyle kâmil bir şahsiyet akla geliyordu. Yakup hoca Müslümanlığının vesilesi olarak gördüğünden Osmanlı’ya karşı ayrıca minnet ve şükran duyardı: “Valla Azizim! Osmanlı Balkanları fethedip, oraları İslam’la müşerref kılmamış olsaydı, kim bilir, ben de şimdi Katolik bir Hıristiyan olarak kilisede haç çıkarıyor olurdum.” der, Osmanlı’nın kendisini zulmetten nura çıkarıp kurtardığına inanırdı: “İşkodra’daki ecdadım Katolik idi. Eğer Osmanlılar gelmemiş olsaydı, hepimiz Hıristiyan kalırdık. Osmanlılar bütün İslam dünyasına hizmet etmişler. Onun için ben Türk’e şükran borçluyum, Türk milletine… O şüheda bizim müslüman olmamıza vesile olmuştur. Bu unutulmaz. Onun için ben, Türkiye’ye geldiğim günden beri kendimi hiçbir zaman yabancı hissetmedim. Bir eziklik, bir muhacirlik duygusu hissetmedim. Türkle gerekirse münakaşa da yaparım, kavga da yaparım. Ben yabancılık duygusuna düşmedim hiç bir zaman.”
Ali Yakup Hoca Osmanlı’ya “Baba gitti, evlatlar yetim kaldı” diye bakardı. Ona göre Osmanlı bir dergâh ve bir ekoldü. Hoca, Arap dünyasındaki Osmanlı algısını değiştirmek için de yoğun çaba harcamıştır. Bir gün Libya’da bir toplantıya katılır. Toplantı sonrası oluşan sohbet ortamına Libya’da bakan olan bir zat da iştirak eder. Kendisine “neden Kosova’ya değil de Türkiye’ye döndüğünü” sorar. Ali Yakub Hoca “kendisini Türk milletine karşı borçlu hissettiğini, burada İslam’a hizmet edip yeniden güçlenmesi için mücadele ettiğini” ifade eder.
Ali Yakup Efendi’nin Osmanlı’yı bu şekilde övücü konuşmalarından biraz şaşıran bir grup ise, “ama hocam Osmanlı kaç sene bizi de sizi de sömürmedi mi?” diye sorar. Buna karşı Ali Yakup Hoca, deniz kıyısından gözle görünebilecek mesafede olan bir adaya bakar ve orada dikili İspanyol kalesini gösterir. “Bakın” der, “bu kale niye dikilmiş?” Libyalılar cevap verir: “Tabii ki buraları istila etmek için”. “Peki edebilmişler mi?” diye bir soru daha sorar. Bunun karşısında grup biraz şaşalar. Ali Yakup Hoca kendisi cevap verir: “Edemediler çünkü Osmanlı bizi korudu… Herhalde bu olmasaydı haliniz Endülüs gibi olurdu.”
Konuşmalardan pek ikna olmayan birisi önceki soruyu yeniler: “Peki hocam bizi sömürmediler mi?”
Ali Yakup Hoca şöyle cevap verir: “Kardeşim Osmanlı zamanında buranın sömürülecek nesi vardı? Petrol mü vardı, maden mi vardı, arazi mi münbitti? Bilakis onlar burayı mamur etti.”
Bu konuşmalardan etkilenen birçok dinleyici kendilerinin Osmanlı ile Arap dünyası arasındaki ilişkiler hakkındaki fikirlerinin değiştiğini ifade etmiş ve Ali Yakup Hoca’ya teşekkür etmiştir.
Bu manada Ali Yakup Hoca Balkan-larda, itikadını ve milliyetini daima ırkının ve kavmiyetinin üzerinde tutan sayısız Türk alim ve ariflerinden biri idi. Bu yönüyle o yine kendisi gibi Arnavut kökenli olan Mehmed Akif çizgisinin en sağlam takipçilerindendir. Akif’e olan muhabbetini birçok vesileyle dile getiren Ali Yakup Hoca, onun şiirlerinin bir kısmını manzum olarak Arapça’ya tercüme etmiştir.
Sonuç itibariyle yaklaşık bin yıldan bu yana olduğu gibi aslında günümüzde de Türk kimliği Müslümanın itikadının gerektirdiği tarihî ve siyasî duruşunun mihveri ve miyarı olmuştur.
Şöyle ki, Türk milletinin ve Türkiye’nin karşısında yer alan, onun kötülüğünü isteyen bir topluluk, cemaat, her kimse, kendisini Müslüman olarak isimlendirse dahi, İslâm düşmanlarının safında yer aldığından, değirmenine su taşıdığından gafildir.
(Not: Ali Yakup Cenkçiler’le ile ilgili daha geniş bilgi ve değerlendirme için bizim de istifade ettiğimiz şu esere bakılabilir: Son Dönem İslam Âlimlerinden Ali Yakup Cenkçiler Hatıra Kitabı, Hazırlayan Necdet Yılmaz, İstanbul: Bilge Yayım Habercilik ve Danışmanlık, 2013.)
Bir yanıt bırakın